22 Ocak 2012 Pazar

Ahmet Ümit - Beyoğlu Rapsodisi






Ahmet Ümit Beyoğlu Rapsodisi


Doğan Kitap /384 sayfa1. Baskı Eylül 2003

"Yazgıya inanmam,ama olaylar bu düşüncemin yanlışlığını kanıtlamak istercesine ardı ardına sıralanmaya başladığında,bunları kurgulayan birir mi var,diye endişelenmekten de kendimi alamam." diye başlayan bir kitap elinizdeyse ve yazarı da Ahmet Ümit se heyecanlı birşeylere hazırlamaz mısınız kendinizi?Bende öyle yaptım ama uzun bir süre heyecanlanacağım anı beklemekle kalakaldım.Garip bir durum değil mi?Kütüphaneden aldığım kitabı okumam belkide bu yüzden uzun sürdü.



Kitabın ana karakterleri Selim,Nihat ve Kenan'ın arkadaşlıkları yatılı olarak okudukları Galatasaray Lisesinden beri devam ediyor.birbirinin zıttı ama tamamlayıcı kişiliklere sahip bu arkadaşlar herbiri farklı bir hayat sergilesede sık sık görüşmeyi ve çoğu şeyi birlikte yapmayı ihmal etmiyorlar.grubun en pısırığı olan NİHAT okul zamanındaki takipçi kişiliğini yaşamı boyunca devam ettirmiştir.Farklı işler denemiş sonunda bir sahaf açmış,şair karısı Melek'in gölgesinde kızı Dize ile bata çıka bir yaşam sürmektedir.KENAN hiç evlenmemiş,yakışıklı bir zamparadır.Grubun liderliğini üstlenmiştir,hayal gücü ve hayatı yaşama konusundaki fikirleri herkesin hayranlığını toplamaktadır.Hukuk okumasına rağmen babasının mesleği olan sigortacılığı devam ettirmiş ve kendine uğraş olarak fotoğrafçılığı seçmiştir.SELİM grubun en mantıklısı,en sağlam öngörüde bulunanıdır.Karısı Gülriz ve Down sedromlu oğlu Burç'la örnek bir aile hayatı sergilemektedir.Mimarlık okumasına,Beyoğlu tarihine ve yapılarına delicesine tutkun olmasına rağmen babasının geliştirdiği tekstil işine devam etmiş ve ailesinin ferdi kadar sevdiği Azya markasını yaratmıştır.

Bu 3 silahşörün hayatı Kenan'ın ilginç bir fotoğraf konusu bulmasıyla değişir.Kenan,Nihat'ın verdiği akılla cinayet mahallerinin fotoğraflarını çekecek ve kendini fotoğraf camiasına sanatçı olarak kabul ettirmeye çalışacaktır.Bu belalı işin içine sanat yönetmeni KATYA'nın da dahil olmasıyla işler biraz daha karışır.Ama asıl karışıklık Kenan'ın fotoğraf çekmeyi bırakıp birbiriyle ilintili olduğunu düşündüğü iki cinayeti çözmeye çalışmasıyla başlar.

Kitabın en kötü yanı buraya kadar anlattıklarımın kitabın yarısında anlatılıyor olması.Yani ilk 200 sayfa boyunca giriş bölümü okuyoruz.Karakterleri tanıyıp,mazilerine ilişkin bilgiler alıyoruz. Başkası tarafından yazılmış olsa normal kabul edilebilecek bu durum,heyecanına baştan hazırlanılan bir romanda beni biraz sıktı doğrusu.Kitabı devam ettirmemin en büyük nedeni Selim'in Beyoğlu mimarisi hakkında verdiği bilgilerin çekiciliği ve kitabın başlarında verilen bir bilgiye dayanarak tahmin ettiğim katilin doğru çıkıp çıkmayacağı merakıdır.Merak edenler için söyleyeyim tahminim doğru çıktı ama benimki olaylardan bağımsız bir tahmindi.Sadece küçük bir film hilesini kitaba uygulayıp tahmin ettim çünkü katili...Hani derler ya" Bir filmin başında eğer duvarda bir silah gösteriliyorsa,o silah eninde sonunda patlar." diye...İşte benim tahminim de bu teze dayanıyordu ama sonuçta işe yaradı:)

Kitaba dönecek olursak,beklenti düzeyi ayarlanıp okunursa kesinlikle keyifli bir kitap...Biraz kalın ama çok kafa karıştırıcı olmadığı için yaz günleri içinde ideal...Aile, dostluk,ölümsüzlük ve sanat hakkındaki beylik sözlerde kurguya yedirildiğinden insanı bunaltmadan düşündürüyor. Özellikle Beyoğlu'nda bir gezintiye çıkmak isteyenlere tavsiye olunur...


_________________________

Sadece bu mu

Sıkı bir Ahmet Ümitciyim Sis ve Gece, Kukla mutlaka okunmalı kavim daha da dikkatli okunmalı...Bunun yanında Şeytan Ayrıntıda Gizlidir denmeli...Ve hadi yaa denmeli Beyoğlu Rapsodisinin sonunda...

Bugün de Bab-ı Esrar a başladım. Herkesin Dan Brown, Grange cıglıkları attığı bir yerde Ahmet Ümiti görememek büyük kayıp...


________

Ne bileyim bir romantiklik ya da aşk öğesi çok da şık durmuyor romanlarda.
Bence Romantizm Sinema'ya daha çok yakışıyor.
Okuduğum kitapların türüne dikkatle bakarım.
Polisiye/Gerilim hastasıyım o yüzden.
Genelde Yabancı Eserlere ağırlık verirdim,şimdi ise Yerli romanları inceliyorum.
Bana önerebileceğin Polisiye/Gerilim Kitapları olursa çok müteşekkir olurum.


____________


romanın büyük bir bölümü beyoğlu sokaklarında geçer.mekanlar tanıdık gelir okudukça.polisiye bi roman pek diyemeyiz aslında.son 100 sayfada olaylar dallanıp budaklanıyor iyice.

(man on the moon, 21.08.2004 11:54)

@191497
daha yeni okuma fırsatı bulabildiğim ahmet ümit'in polisiye romanı.beyoğlu'nu herşeyiyle,her yeriyle,tarihiyle aralara sokuşturarak anlatıyor.çok akıcı ve sonu şok edici.

(bettyboop, 01.06.2005 03:25)


(bkz: bohemian rhapsody)

(tenement funster, 09.09.2005 17:50)


ahmet ümitin en iyi polise romanlarından biri.hergün önünden geçtiğimiz ama hiç umursamadığımız beyoğlu yapılarının tarihini aralara koyarak okuyucuya sunmaktadır bu kitabında.ayrıca çok akıcı bir dile sahip olan bu kitapta betimlemelerde çok güzel olmuştur hele rus kadını betimlemek için seçilen kelimeler tam anlamıyla müthiştir.üç okul arkadaşın iş güç sahibi olduktan sonra içlerinden birinin beyoğlunda işlenen cinayetleri konu alan bir sergi açmaya karar vermesiyle olaylar ceryan etmeye başlar.kitabın sonuda okuyucuyu tatmin edici bir özelliğe sahiptir..

(all of nothing, 09.09.2005 17:58)


bir polisiye romandan çok "yeni başlayanlar için beyoğlu" tadında bir gezi rehberdir. yazarın canı beyoğlunu anlatmak istemiş ama polisiye roman yazarı sıfatını taşıdığı için araya polisiye namına bir şeyler sokuşturmaya çalışmış; bunda da son derece başarısız olmuştur. üstelik agatha christie'nin, baş yapıtı sayılabilecek romanı roger ackroyd cinayeti'ndeki üstün zeka ürünü kurgusunu, noktası virgülüne dokunmadan aynen kopyalayıp yapıştırmıştır. az buçuk polisiye roman okumuşluğu bulanan ve roger ackroyd cinayetini okumuş olan herkesin durumu çakacağını bildiği için, romanın sonuna roger ackroyd cinayeti'nden bir kaç satırı alıntı olarak koyup "ben aslında o romana atıfta bulundum" kurnazlığıyla durumu kurtarmaya çalışmıştır.

(kör kuyu, 10.04.2006 01:16)


ahmet ümit'in hatalarla dolu kitabı. bir polisiye roman okuyucusunun en merak ettiği ve en çok dikkat çektiği yer neresidir? tabiki de hikayenin sonudur. merak etmeyin lan, sonunu söyleyip romanı piç edip embesillik yapmaya niyetim yok. amma velakin hatayı söylemesem de olmaz. katilin tabancayı baş parmağıyla çekmesi beni dumura uğrattığı gibi yarmıştır. ulan o katil tabancayı baş parmakla çekse kendini vurur, karşısındakini değil.

kitabı okuyanlar ve dikkat etmemiş eşsiz bünyeler, vurulma anının yazılarına dikkatle okuyun.

o değil de hadi ahmet ümit'in gözünden kaçtı, bir şey oldu, cart curt oldu, neyse ne işte mına koyim. yayınevi'nin nasıl gözünden kaçmış. her önünüze gelen kitabı cart diye basıyor musunuz?

edit: kitabın 14. basımında düzeltilmiş. why georgia ya teşekkürler.

(hexagram, 11.01.2007 03:31 ~ 30.06.2007 23:14)


son derece başarılı bir ahmet ümit polisiye romanı. okurla son derece başarılı bir iletişim kuruyor ve çokca şaşırtıyor. okuduğum en güzel kitap. etkileyici.

(kunduz, 23.03.2007 20:31)


beklenmedik şekilde biten ahmet ümit kitabı

(zeyneq, 07.10.2007 03:00)


dünya'nın en boktan final sahnesi barındıran kitap (polisiye roman). okuyucu kandırmayı maharet sanan ahmet ümit'in yanlış bilgilerle süslediği kitap.

(bir nickim bile yok anlıyor musun gülmesene lan, 07.10.2007 20:33 ~ 20:33)


ahmet ümit romanı.yazarın tarzını da aşağı yukarı yansıtan kitap.sürükleyicidir,kabuldür iyidir hoştur da sonu beni tatmin etmemekle birlikte hayal kırıklığına uğratmayı geçmiş,kederlere boğmuştur.
------spoiler-----
kitabı okumayanların/okuyacak olanların/bu da neyimiş sözlüğe bir bakayım bilgi dolayım diye düşünenlerin vb kitap okuma zevklerinin içine etmemek adına katile o herif diyeceğim.klasik bir kesiş cümlesi olduğunu bilmeme rağmen iddaa ediyorum ki hatta yetinmiyor ısrar da ediyorum ki okurken katilin o herif olduğu aklıma gelmişti.ama bir an kadar kısa süre içinde katil o herif çıkarsa çok ayıp eder yazar,hatta
yok devenin bale pabucu
diyerek def etmiştim aklımdan geçenleri..nitekim katil o herif çıktı.
ayıp oldu.
olmadı be ahmet ümit.öss çalışmam gereken saatlerimi vermiştim senin için.
****"hiç yağışıyomuu sağa"
----spoiler----

(evrenin sonundaki babil balıgı, 26.01.2008 21:55 ~ 27.01.2008 14:35)


ahmet ümit'in, kitabın arkasında belirtildiği gibi "beyoğlu'nun hikayesi" olan güzel romanı. kitabı okudukça mekanların, sokakların tanıdık olmasının verdiği hisle iyice insan kendini kaptırıyor ve olayları kafasında daha iyi canlandırıyor. bunun yanında ahmet ümit beyoğlu'nun farkına varılmadan geçip gidilen sokaklarının binalarının tarihini de anlatıyor ki bu da kitabın başka bi güzelliği. ha benim işim olmaz beyoğlu felan diyosanız hiç okumayın tabi.

(henderson, 03.03.2008 18:30)


kurgusu itibariyle çok derin bulmadığım ancak dili, akıcılığı, -beyoğlu'nu ayrıntılı bilmemden kaynaklı- olayları kafamda daha iyi canlandırabildiğim roman. galatasaray lisesi'nde okumuş üç arkadaşlar orta yaşlarında, varlıklı lümpen olmuşlardır artık, kendilerinin yaşadığı olayları dillendiriyor kitap. final bölümü dışında birçok bölümün keyifli olduğu beyoğlu rapsodisi okunulası bir kitap sayılır...

(baydüdük, 15.09.2008 12:40 ~ 23.11.2008 20:46)


ahmet ümit romana fon olarak beyoğlunu seçmeseydi, bu kadar akıcı olmazdı dedirten kitap. devamlı sunduğu beyoğlu manzaraları, herkesin beyninde karanlık duran "gece yarısında beyoğlu" noktalarını aydınlatıyor, beyoğlu elitinin ve düşmüşlerinin hayatlarını birleştiriyor. ve bir adamın, saygınlığının bekası uğruna neler yapabileceği romanın sürpriz sonuyla suratınıza buzlu su gibi çarpılıyor. zengin bir adamın bitmek bilmez şımarıklığıyla ölümsüz olma tutkusu, yine zengin bir adamın mutlu ailesi ve çok sevdiği özürlü oğlu, bu iki zengin adamın maddi yönden sürekli destekledikleri orta halli can arkadaş.

bu ülkede bir kadın konusu iyi sattırır, bir de beyoğlu.

benziyorlar da.

(tatalu, 15.09.2008 12:56 ~ 13:04)


şu kadarını söylüyorum kitap hakkında..sakın ve sakın son sayfayı okumayın..

(eyvah vecihi geldi, 21.10.2008 02:41)


doğan kitaptan çıkmıştır 385 sayfa ve 33 bölümden oluşur.ilk sayfasından itibaren okuyucuyu içine alır.müthiş beyoğlu tasvirleri vardır.sonu ise oldukça şaşırtıcıdır ama kitabın kurgusu düşünüldüğünde son kısım mantıksız olmuştur.

(red cancer, 01.01.2009 16:27)


hiç beklenmedik sonuyla insanın ağzına sıçan kitap.

(kizilotesi, 04.02.2009 09:53)


istanbulu bilmezken beyoğlunun ara sokaklarını, caddelerini biz bu kitapla öğrendik... ha şimdi öyle mi artık biz yazsak roman olur

(abdüş şuküfe, 28.03.2009 04:16)


beyoğluna daha farklı bir gözle bakmanızı sağlayan, katilin en son tahmin edeceğiniz kişi çıkaran, sonunu okuduğunuzda kitapla ilgili kafanızda kurduklarınızın tamamını silen, ahmet ümit'in en başarılı kitabı.

(pell in, 04.04.2009 00:24)


hiç beklenmedik bir sona sahip polisiye roman.genelde kitap okurken dayanamayıp arka sayfaları karıştırırım,son cümleyi okurum falan.çok berbat bir alışkanlık tabi ki.şansıma bu kitabı okurken hiç böyle bişey yapmadım,iyiki de yapmamışım aksi takdirde yarım bırakır okumazdım galiba kitabı.

(mechta, 24.04.2009 12:23)


son 150 sayfasında polisiye romana dönüşen 400 sayfalık bir roman.

(darksideofthemoon, 18.06.2009 14:21)


ahmet ümit'in kendi deyimiyle:

"beyoğlu'nun hikayesi"

(blackfield, 18.06.2009 14:36)


katya ya aşık ettiren,son sayfasını kitabı bitirmeden meraktan açık bakıp ta okyuyana kafam girsin dedirten..kimisine göre süper,kimisine göre berbat,kimisine göre ahmet ümitin en iyi kitabı,kimisine göre en kötü kitabı olan,
bana göre bir solukta okunan,polisiye romanı diye başlamayan sonradan polisiye romanına dönen,kitabın kahramanlarıyla kanka olduunuz bıçaksırtı roman

(sünnetçisayısı, 18.08.2009 17:34)


satırlarından taksim damlayan polisiye.

(kamelya, 22.08.2009 16:15)


ahmet ümit yine yapmış yapacağını dedirten polisiye kitap. polisiye kısmı 200. sayfadan başlar ve beyoğlu sokaklarında geçer. okurken sonuna bakmayın yazık olur.

lise boyunca sınavlarda kullandığım kitaptır aynı zamanda. ama detaylarının akılda kalaması biraz zordur. sonu asla unutulmaz.

(lady statik, 23.08.2009 17:24)


finali kimsenin düşünmediği bir şekilde biten kitap, aslında katili çok kolay bulunabilirdi fakat ahmet ümit bilerek konuyu başka yönlere çekerek katili sakladı.

yinede ahmet ümit çoğu kitabında yaptığı gibi bunda da okuyanlara hiç bilmediği bilgiler aktardı.

Korkut Aldemir - Ankara'da Puslu Sabah

Ankara'da Puslu Sabah
Korkut Aldemir
Laika Yayınları
Fantastik
Haziran 2011 , 
344 sayfa, 

Aynalarda görünürler aynalara bakma.
Seslenirler sakın dinleme! Onlara kulak asma
Kapıları açmanı isterler açma
Kayıp insanlar.
Kayıp ruhlar!
Delirenler!
Delirtenler!
___________________________________________________

Geçtiğimiz aylarda kendisiyle röportaj gerçekleştirdiğimiz Korkut Aldemir’in ikinci kitabı Ankara’da Puslu Sabah raflardaki yerini aldı!

İlk kitabı Ankara’da Soğuk Gece‘nin devamı nitelğini taşıyan kitap, Ankara sokaklarında geçen olayları konu alıyor.

____________________________________________


Korkut Aldemir ile Röportaj !!!



Merhaba! Korkut Aldemir… Bir tablo olarak farz edersek, tablodaki renkler “uzman diş doktoru” ve “Ankara’da Soğuk Gece’nin yazarı” oluyor. Peki tablo tam olarak nasıl?


RÖPORTAJ

Alper Kaya

Tabloyu tamamlamak için sanırım şu veriler yeterli olacaktır. 1978, Eskişehir doğumluyum. Evliyim ve bir kız babasıyım. Diş Hekimliği eğitimimden sonra Ağız, Diş, Çene Hastalıkları ve Cerrahisi uzmanı oldum. Eski profesyonel yüzücülerdenim. Yarı Profesyonel dağcılık ve doğa sporları rehberliğiyle beraber kısa-uzun hikâye ve roman yazarlığı da yaptım. 11 yılın üstündeki amatör yazı tecrübelerimden sonra Ankara’da Soğuk Gece’yi ve devamı niteliğindeki ikinci Kitabım olan Ankara’da Puslu Sabah’ı tamamladım.
Ankara’da geceler, kitaptaki kadar olmasa da, soğuk geçiyor cidden. Peki neden Ankara; modern zamanlarda başrol İstanbul’ken en güzel tarafının İstanbul’a dönmesi olan şehir neden özne?

Öncelikle şu tespitte bulunmak isterim. Şehirlerin ruhları vardır. İçerisinde yaşayan, çalışan, nefes alan insanların hayata bakışlarından, peşinde oldukları amaçlardan, kültürlerinden; coğrafyaları ve iklimlerinden ortaya devasa bir mozaik olarak ruhlar ortaya çıkar. Bazı şehirler şımarıktır, kaprislidir. Kimi şehirler ise yoz ve tatsızdır. Kimileri ise hızlı deveran eden, durdurulması imkânsız, durması mümkün olmayan yaşamlardan renklenir. Bazı şehirlerde hayat gece çöktüğünde durur. Kabuğuna çekilir.

Aynı içinde barındırdığı insanlar gibi.

Fonda İstanbul olan bir kitap yazdığımda belki o şehri de betimlerim. Lakin Ankara’yı her yönüyle kısacık, küçücük bir özetle ilk kitap içerisinde yorumlamıştım. Özneden ziyade arka planı oluşturan Ankara’nın işlenmesi ise sıradanlıklara olan katı karşıtlığımdır. Zaten herkes İstanbul’u mesken edinmişken, sahne ışıkları üstündeyken aynı tema üstünde bir kez daha çalışan olmak istemememdendir. Ayrıca Ankara’da yaşıyorum. Benim ruhum onun içerisinde. Onun ki ise iyi-kötü yönleriyle benim içimde. Hal böyleyken karakterlerimin bu caddelerde adım atmaması, Tunalı Hilmi’den geçmemesi, Eryaman’daki mütevazı villalarda saklanmaması ya da Sanayi Sitelerindeki gri barınaklarda toplanmamaları pek mümkün değildi.

Ayrıca anlattığım hikayeleri okuyan birisinin kurguya dahil olmuşken karakterle beraber Güvenpark’ta yürümesini, Metrolarda koşturmasını, TRT Radyosunun önünden arabayla geçmesini sıcak ve çekici buluyorum.
Ankara’nın havasını solumaya devam edecek miyiz? Var mı böyle bir planınız yoksa bir anlık hevesti, yaşandı bitti mi diyelim?

İkinci romanımın adı: “Ankara’da Puslu Sabah” Sanıyorum bu sorunuza en yeterli cevap olacaktır. Ankara’da olmak bir heves değil sadece bir tercihtir. Her daim gözbebeği olan mekânlardan çıkıp biraz da bilinmezleri görmek, yaşamak, tadına varmak gerektiğini düşünüyorum. Romanlarımda damak tadıma uygun yoğunlukta lezzet yaratan her şehri göreceksiniz.
RPG nedir sizce?

Rol yapma oyunları, hayatın pusu, karanlığı, güçlüğü içerisinde kendini bambaşka bir pencereden ön bahçeye atıp, yapmak istediklerini yaptığın, yaşayamayacaklarını yaşadığın, bir dinlenme dünyasıdır. Derin, güçlü, hayallerle dolu, ferahlatıcı bir nefes almanın yoludur. Psikodrama ve Tiyatro eğitimlerinde de kullanılan bu doğaçlama-canlandırma oyunu bir ejderhayla savaşabileceğiniz, kanatlarınızı açıp göklere yükselebileceğiniz, masal dünyasında yürüyebileceğiniz yegane fırsattır.
Çok sık RPG oynadığınızı farz ederek, en ilginç oyun anınız nedir? Şimdiye kadar oynadığınız en unutulmaz oyununuz?

Son yıllarda işlerimin yoğunluğu, değişen imkânlar nedeniyle oyunlara çok da fazla vakit ayıramıyorum. Yöneticisi olduğum bir oyunda, karakterlerden birisinin galeyana gelip dost düşman demeden herkesi öldürmesi oldukça ilginç bir anıydı. Ya da yine yönettiğim bir oyunda yaratığı canlandırırken oyuncu arkadaşlardan birinin beni ittirip: “Yahu! Biraz öteden konuş. Korkuyorum!” demesi yüzüme tebessüm yayan anılardır.
Her ne kadar yayın evlerine göre “satmayan” tür olsa da sizin gibi ilk romanını çıkaranlar son yıllarda çok arttı. Bu artışı neye bağlıyorsunuz? Siz, kitap çıkarırken hangi zorluklarla karşılaştınız?


Ankara'da Soğuk Gece Kitap Kapağı

Sanırım bu artışın en önemli sebebi internet paylaşımlarının artmasıdır. Genç yazar adayları kendilerini rahatlıkla ifade edebiliyor, tek başlarına kapalı odalarında faydadan uzak, ağır özeleştirilerinden uzaklaşıyorlar. Her yerden konuyla ilgilenen okurların önüne yaratımlarını sunup, çok daha tarafsız eleştirilerle yazarlıklarını değerlendiriyorlar. Ve belki de böylelikle çok daha cesurca yayıncıların karşısına çıkıyorlar.

Ben roman tamamlanana dek genellikle kendimle ilgili pek çok sorun yaşadım. Birçok zaman güçsüz kaldım. Tıkandım. Düşünsem de yazamadım. Yazsam da beğenemedim. Belki her yazar adayının düştüğü o kısırdöngüye saplanıp kaldım. Kendimle savaşımdan hemen her seferinde Hilal’in uzattığı koltuk değnekleriyle sağ salim çıktım. Roman tamamlandıktan sonra ise yayıncım ile tanıştım. İşinde profesyonel, dürüst ve sağlam adımlar atan bir uzman ile çalışmanın rahatlığıyla yol aldık. Lakin baskı aşamasında konu hakkında ne denli yetersiz, tecrübesiz olduğumu gördüm. İlk romanın basımı tamamlandığında artık dikkat edilmesi gereken birçok şeyi öğrendim. Özeti ise zorluk olmaması mümkün değildir. Önemli olan sizin ayağa kalkabilme gücünüzdür.
Kitapların sinemaya aktarılma aşamasında okuyucuların sıklıkla hayal kırıklığına uğraması vakidir. Bunu neye bağlıyorsunuz; henüz yazılanları beyaz perdeye aktaracak teknoloji gelişmedi mi yoksa yönetmenler yazılanları aktarmaktan aciz mi?

Bence kitapların sinemaya uyarlanmasındaki başarısızlık, uyumsuzluk, yetersizlik hiçbir şekilde yok edilemeyecek bir sorundur. Problemin sinema teknolojisiyle de yönetmenlerle de alakası yoktur. Edebiyat başka bir sanattır, Sinema ise bambaşka bir sanat. Sinemada önünüzde senaryo, müzik, oyuncu seçimi, oyunculuk ve bilgisayar desteği vardır. Zaman açısından limitlisinizdir. Yapımcı ya da yönetmen olarak renklendirmek istediğiniz her şey anında maddi manevi olarak cezalandırılır. Ancak edebiyatta bir kalem bir kâğıt vardır. Zaman olarak sınırlandırılmamışsınızdır. İhtiyacınız olan şeyler sağlam bir kurgu, ilgi çekici bir anlatım yeteneği, özenli bir çalışmadır. Meyvelerinizi sunduğunuz kitleye ise sinemada her şeyi vermişsinizdir. Görecek, hissedecek, dinleyecektir. Müziği, oyuncuları, sahneleri siz seçmişsinizdir. Edebiyatta ise öyle değildir. Okuyucu kitabı eline aldığında dilediği müziği açar, sahneleri kendi beyninde yaratır, oyuncuları zevkine göre seçer. Sinemadaki karakter gülümsediğinde bunu oyuncunun tarzına göre görürsünüz. Edebiyatta gülümseyen karakter ise her okur için bambaşka tebessüm eder. Anlatılanları okurun düşüncelerine, kültürüne, beğenilerine göre yorum yapma şansı verirsiniz. Sinemada bunu sağlayamazsınız.

İşte bu sebeple bu iki ayrı sanat ortak bir roman üzerinden hareket edilip, karşılaştırıldığında; edebiyat, duruma fazlasıyla avantajlı şekilde başlar.
“Ankara’da Soğuk Gece” sinemaya aktarılacak olsa kimlerin oynamasını ve filmi kimin çekmesini istersiniz?

Şu ana dek iki kısa film teklifi geldi. Ancak benim planlarım arasında kısa filmler yok. Bu yönde proje hakkında üzerinde birkaç kişi ile görüşmekteyim. Oyuncu seçimi hakkında düşüncelerimi belli isimler belirtmeden devam etmek istiyorum. Yine de şunu söyleyebilirim ki film projesindeki en büyük ve ilk isteğim oyuncuları şahsen seçmek olduğudur.
Şimdiye dek okuduğunuz en iyi fantastik kurgu romanı neydi? Neden?

Edebiyatın gücü olarak şüphesiz “J.R.R. Tolkien – Yüzüklerin Efendisi” cevabını vereceğim. Karakterlerin ve konuşmaların görkemi öne çıkarsa “David Eddings Elenium – Tamuli Üçlemeleri” ni söylerim. Bir kitapta sizi yalnızlık, inişler-çıkışlar, cesaretin bedeli konularında sınayıp duygularınızı, düşüncelerinizi zorlayan bir fantastik romanı değerlendireceksek ise “R.A.Salvatore’nin Anayurt-Göç-Sürgün” ü ilk sıraya koyarım.

Sanırım seçim yapmamı istemeniz haksızlık olacaktır.
Hayatında hiç fantastik kurgu okumamış fakat heves eden insanlara beş kitaplık bir tavsiye listesi oluştursanız hangi kitapları koyarsınız bu listeye?


Korkut Aldemir

Bir liste söylemeden önce Ankara’da Soğuk Gece romanı ile bu türü okumaya başlamış pek çok okurum olduğunu sevinerek belirtmek isterim. Hiç okumamış bir arkadaşıma ise Anadolu Korku Hikâyeleri, Ankara’da Soğuk Gece gibi gerçek hayatlarına, kültürlerine, çocukluktan gelen kulaklarına fısıldanmışlara olabildiğince yakın bir kitap ile başlamasını tavsiye ederim.

Devamında ise David Eddings Elenium üçlemesi, takip eden Tamuli üçlemesi yine Fantastik edebiyata yeni başlayanlar için lezzetli gelecektir.

Yüzüklerin Efendisi ve Unutulmuş Diyarlar’ı takiben artık Ursula Le Guin Yerdeniz Üçlemesi, Rocannon’un Dünyası zamanı gelmiş demektir. Bunların arasına ise Sadık Yemni, Sezgin Yılmaz gibi Türk yazarları eklemek yerinde olacaktır.
Türkiye’de fantastik kurgunun gelişmesi için yapılması gereken şeyler sizce nedir?

Kültürel etkiler, halkın ve okurların mizacının olumlu-olumsuz etkileri altında olsa da evrimleşme süreci kendiliğinden tamamlanacaktır. Zaten okur kitlesinin oldukça az, kısıtlı olduğu ülkemizde bir de fantastik kurgunun gelişiminde acele etmek pek doğru değil. Neticede fantastik rol yapma oyununu oynayanlara gaddarca ve tuhaf şekilde bakılan zamanlar çok kısa bir süre önceydi.

Nihayetinde bence internet paylaşım siteleri çok daha özenli hale getirilmeli. Fantastik kurguya yönelik televizyon çalışmaları, programları hazırlanmalı. Kitlelerin dikkatini çekip, konudan zevk almaları amaçlanmalı. Fantastik kurgudan zevk alanlar çok da fazla kapanıp bencil davranmamalı. Her zaman paylaşıma açık olmalılar.

Ben, vakit ayırdığınız için sonsuz teşekkürlerimi size sunuyorum. Ve diliyorum ki, “elfsiz” veya elfli romanlarınızdan bizi mahrum etmezsiniz, iyi günler…

Ben bu güzel sorularınız için teşekkür ederim.

_______________________________________



ankara'da puslu sabah
korkut aldemir'in ikinci kitabı. laika yayınevi'nden çıkmış. arka kapak yazısı aşağıdaki gibidir efenim.

aynalarda görünürler aynalara bakma.
seslenirler sakın dinleme! onlara kulak asma
kapıları açmanı isterler açma
kayıp insanlar.
kayıp ruhlar!
delirenler!
delirtenler!

(laemar, 01.06.2011 14:20)


ankaranın en sevdiğim yanıdır. sabahım beşinde güneş yeni yeni aydınlatırken havayı, dışarı şortla terlikle çıkmak ve en gevreğinden iki simit alıp dönmek paha biçilemiyecek bir icraattır. hele ki ulustaysanız. bunu biraz olsun hissetmek isteyenler düttürü dünyanın o son sahnesini izleyebilirler yada açılıştaki pavyondan çıkıpta evlerine gittikleri sahneyi.

(orhan tv, 24.07.2011 00:52)

tamamen bombok bir olaydır. denk gelinirse adamın içindeki yaşama sevincini bitirir, ankaradan yine yeni yeniden nefret ettirir

(buffon, 24.07.2011 01:23)

iğrenç durum. benim gibi ankara aşığı birinin bile sevmeyeceği, sevemeyeceği sabahlardan biridir. üstüne bir de terkedilmenin ardından uyanılan puslu bir sabahsa durum iyiden iyiye çekilmez oluyor. gri bir gökyüzü, işlerine yetişmeye çalışan asık suratlı insanlar ve soğuk hava... bütün bunları tahayyül etmeye çalışın ne demek istediğimi anlayacaksınız.

(telly, 24
Yazar:Doğu Yücel
Sayfa Sayısı: 440
Dili: Türkçe
Yayınevi: Doğan Kitap


Arka Kapak

Yaşamı, varoluşu ve düzeni sorgulayan, okuru büyülü bir yolculuğa çıkartan, yeni bir hayalperest manifesto…

Doğu Yücel'den yaşamı, varoluşu ve düzeni sorgulayan, okuru büyülü bir yolculuğa çıkartan, yeni bir hayalperest manifesto.

Genç iş adamı babasından kalan antika dolmakalemle bir hikâye yazar. Ertesi gün gazetede, yazdığı hikâyenin aynen gerçekleştiğine dair bir haberle karşılaşır. Kahramanımız bu gizemli olayın nedenlerini araştırırken tarihin en iyi saklanmış sırrını öğrenecek, dünyayı değiştirecek anahtarın tek sahibi olacaktır.

Yücel, kalemini, sinematografik bir hikâyeyle tekdüze gerçekliğin tam ortasına saplıyor, sihirli bir dünyanın kapısını aralıyor.

Fantastik ile gerçekliğin sınırlarını zorlayan sürükleyici bir macera…

"Artık bir birliğimiz var. Bir ismimiz yok, birçok ismimiz var. Hayalciler… Sıfırlar… Varolmayanlar… Yoklar… Yarım yamalaklar… Hayalperestler… Olmayanlar… Hiçler… Biz onlar gibi değiliz!"

_____________________________________



RADİKAL

‘Küçük Kıyamet’ ve ‘Okul’ filmlerinin senaryolarını yazan Doğu Yücel’in yeni romanı ‘Varolmayanlar’, Doğan Kitap’tan çıktı . ‘Varolmayanlar’, fantastik ile gerçekliğin sınırlarını zorlayan sürükleyici bir macerayı anlatıyor. Kaos çağı başlamıştır ve bu sırada İstanbul’daki bir çöplükte bulunan tufaf bir günlüğün, olan biteni anlamak için ‘anahtar’ olduğu iddia edilmektedir.


Yazar okuru ‘Hayalciler’ ile ‘Gerçekçiler’in yaşamlarına tanık olmaya davet ediyor.

_______________________________________

herşey olabilir
bir televizyon kanalında izleyip bu kitabı almalıyım dedim. uzun zamandır okumaktan kaçtığımı da hesaba katarak sabırsızlıkla kargoyu bekliyorum.biliyorum çok şey bulacağım.

Tebrikler Doğu Yücel

Kesinlikle çok sürükleyiciydi, kimi kitapları elinize alıp üç beş sayfa okuduktan sonra sıkılabiliyorsunuz fakat Doğu Yücel bu işi başarmış kitap kendini sıkmadan okutuyor. Okumanızı tavsiye ederim kitaplığınızda bulunması gereken bir eser.

________________________________________
Alınır alınmaz okunup bitirilesi mükemmel kitap. Çok eğlenceli.
Vomitive

Aşmış kitap, delirten, yaran, geren ve bilimum tuhaf davranışlarda bulunan saifeler bütünü. okuyunuz, okutturunuz. Hikayelerde mükemmel şoklar ve gayet sinsi bir mizah gizli... Binbir Gündüz Masalı; Binbir gece masallarından izler taşıyan, bununla birlikte hem düşündürüp hem de acımasızca yaran, güldürüp gebertme potansiyelinin doruklarında gezinen bir Doğu Yücel masalı. Hayalet Gemi'nin 14 Delisi; Doğu Yücel'in hayalet gemisindeki 14 deli; hayır, deli değil, 14 dahi, manyak, kafa, hayalperest bilim adamı... müthiş bi bilimkurgu hikayesi, mizahı, kurgusu ve mesajlarıyla insanın Hayalgücünü tetikleyebilecek bi eser. İlahi Düello; hem yarıp, hem düşündürüp, hem de gerip gerip geren bir Doğu Yücel hikayesi. kaçırılmaması gereken, hayalgücü orgazmı yaşatma olayında aşmış bir kitapta bulunur. Rüya Çocuk; Doğu Yücel'in yazdığı bir rüya hikayesi; hayatın as the future olayından baya bi sıkılanlara hitap eder. Ölü Sevgiliye Mektup; Mesajlarla dolu şahane bir hikaye. Tiyatrodaki Hayat; tiyatro ve sanata dair, Doğu Yücel'in çılgın hayal gücünden fırlamış gizemli bi öykü bi benzeri ve biraz daha dehşet temalı olanı için Clive Barker'ın Sex Death and Starshine'a bakınız... Bariyer; şahane bir Doğu Yücel kurgusu mizah anlayışı leziz, şokları da pis koyan bişey, başında da Stephen King'den hoş bi alıntı var.
Flexi

Daha önce Non Serviam ve Radikal'de çalışan, şu anda Blue Jean'de yazarlığa devam eden yazarın ilk kitabı, kitap okumaktan sıkılan kitleye tavsiye.
Widowmaker

Bu ayki Öküz'de kendisiyle uzunca bir röportaj yapılmış olan, beşamel soslu tavuk acı üstad
Wild Honey

Eski non serviam yazarı, yeni Blue Jean yazarı, düşler, kabuslar ve gelecek masalları isimli bir kitabı ve http://www.duslervekabuslar.8m.com adlı bir sitesi olan; bu aralar romanıyla uğraşıp bütün gün nette sinema haberi arayan, vakit buldukça da kitabının bültenlerini yazan; Wacken fatihi, almanca özrüne sahip, baba metalci; bütün gün geyik yapıp kafasını şişirmeme rağmen hala beni defetmeyen, Fırat isminde bir kardeşe sahip, kitabını İzmir otogarında dini kitapçıda yığınla görünce dumura uğradığım, eleştirilerime çok kızan, bir gün sinema köşesini elinden alacağıma kesin gözüyle baktığım yazar, güzel insan, abim...
Vito Genovese

Okuyucu yorumları bölümde rastladığımız olumsuz eleştirilere sansür koymamayı tercih ettik. Ekşi Sözlük'te karşımıza çıkan "olumsuz" eleştirilerden bazıları: Türkçe'ye "sosyetik edebiyat" terimini kazandıran "yazar" kişi. Bu edebiyata bilimkurgu hikayeleri yazarak karşı çıkıyor (sanırım). Şaşılası tarafı, hayranları bile var. Hikayeleri "eh işte". Ama pazarlaması iyi. Her ay bir mail bülteni yayınlayıp kitabının ne kadar az tanıtıldığından yakınıyor... ne diyeyim aferin..
Ferrante

Kitap okuyamayanlara (!) kitaplar yazan, birkaç kez karşılaşıp tek tük konuştuğum sevimli cüce Blue Jean çalışanı.
b23

"Tiyatrodaki Hayat" felaket Çehov kokuyor ama güzel. Annesi Şükran Yücel'in elinden ödül aldığım şahıs. Yalın kurgu bilimci. Belki de iktisat okumayı sürdürse daha iyi eder miymiş acaba?
Tabularasa 28.09.2001

Yeni bir roman üzerinde çalıştığını öğrendim. Merakla bekliyoruz."rüya çocuk" adlı öyküsünün kısa filmi çekildi. Fena değildi. Bence yazmaya devam etmeli. Kitabı iyi tanıtılmıyor belki de. Cesaretlendirilmesi gerekiyor bu açıdan. Öküz'deki röportajından anladığım kadarıyla mütevazı. Bu bence genç bir yazar için mühim bir özellik. Blue Jean'de yazıyor olması biraz itiyor insanı. ne de olsa Non Serviam geçmişi var.
Tabularasa 19.11.2001(!)

www.ideefixe.com'dan: Çoğu genç yazar için ilk eserler daima zordur: okuyucuya kendini sevdireceksin, eleştirmenler ve sanat çevrelerince kabul göreceksin ve en önemlisi de bunları yaparken kendinden olabildiğince az ödün vermeye çalışacaksın. Doğu Yücel'in yeni kitabını incelerken aklımdan ilk olarak bunlar geçti. Kitap genel olarak fantazi bilimkurgu ve hatta korku, gerilim gibi birbirinden farklı birçok türü içinde barındıran farklı hikayelerden oluşuyor. Bu kadar farklı birçok türü bir arada bir kitap içerisinde sunmak oldukça iddialı ve zor bir hedef gibi gözükebilir, ama yazarın bu hedefine daha ilk kitabıyla oldukça çok yaklaştığını görüyoruz. Yazar kelimelerle gerçek bir sihir oluşturmuş; kitaba başladığınız anda sizi etkisi altına alan ve okuduktan sonra etkisini hala sürdüren bir sihir. Yazarlık yeteneği denilen şey bu olsa gerek... Bu kitaba bu türlerle ilgilenen herkes en azından bir kere şans vermeli. Kesinlikle bunu hakkediyor. "Çok sıkıcı bir hayat görüyorum son günlerde..."
No One


_________________

ROCK'N ROLL VE EDEBİYATIN ÇOCUĞU

Kanımca heavy-metal hayranı bir yazar daha uygun bir isim bulamazdı yayınlayacağı esere.Adından da anlaşılacağı gibi, bazilari alacakaranlık hikayelerine benzeyen, bazıları fantastik korku edebiyatı örneklerine göndermeler yapan 11 hikayeden oluşuyor kitap. Kitaptaki Ölü Sevgiliye Mektup, Rüya Çocuk ve Hayalperest isimli hikayeler 1997'de Gençlik Kitabevi Yarışması'ndan başarı ödülü almiş.. Olümsüzlüğün Gıcık Sırrı ise 1999'da Nostromo Bilimkurgu dergisinden başarı ödülü kazanıyor. Yalnız bizimki gibi azgelişmiş bir ortadoğu ülkesinde karşılaşılabilinecek tüm olumsuzluklar yazarın karşısına çıkmaya başlıyor: "Yayınevinin ve yazarın yeni olmasi gibi iki tane sudan sebep yüzünden dağıtım şirketleri kitaba antiprofesyonel bir şekilde sıcak bakmadı. Bunun sonucunda kitabın dağıtımı aylardan Nisan olmasına karşın halen daha güzel bir şekilde yapılamadı. Kitabın İzmir dağıtımını Ercan Evi kitabevi yuklendiginden bu ilimizde kitabi bulmaniz kolay. Onun disinda İstanbul'da Beyoğlu'nda Mephisto başta olmak üzere diğer kitapcılarda kitaba ulaşabilirsiniz. Tabii ki fanzin mantığından yola çıkarak kitabı Akmar Pasajı, Pena, Atılgan, Ankara'da Hayri Plak, İzmir'de Yücel Müzik ve Stüdyo İmge gibi alternatif yerlere de birakmayı ihmal etmedim. Kitap yavaş yavaş tüm kitapevlerine dağılıyor, bulunduğunuz ilde de olması icin kitapevlerine sormanız gerekiyor. Çünkü kriz nedeniyle sadece sipariş üzerine calışıyorlarmış." diyor Yücel umutla. Kitap için kurulan internet sitesinde yazarın geniş kültür açılımıyla, diğer sanat disiplinleriyle olan ilişkilerinede şahit oluyorsunuz: "'Hikayeler' linkinde "PARADAM" isimli kısa film senaryoma ulaşabilirsiniz.

Bu hikaye/senaryo normalde kitapta yer alacaktı ama son anda çıkartılmasına karar verildi. İlginizi çekebilir. Bunun dışında yakın zamanda 2 kısa film senaryosu daha eklenecektir. Bunlardan ilki "LANETLİ SAAT 3: YELKOVANIN İNTİKAMI" ismini taşıyor. İkincisi ise kitabımın ilk hikayesi RÜYA ÇOCUK'un senaryo versiyonu. Bir de eski bir hikayem eklenecektir ('SAVAŞ KAHRAMANI'). Yabancı için ise Bariyer'in ingilizcesi cok yakında konulacaktır. Yukarıda Rüya Coçuk'un senaryosundan bahsetmem boşuna değil. Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema Televizyon bölümünden Gözde Bilir şu an Rüya Çocuk'u filme aktarmakla meşgul. Bugün çekimlerde 4.gün tamamlandı. (Bol şans!) Her zaman Türk Sineması'nın en büyük eksikliği olarak edebiyatımızın sinemayıi besleyememiş olduğunu söylerim. Sanırım edebiyatımızın sinemayı besleyebilmesi icin bu SIKICI edebiyat sosyetesinden kurtulmamız lazım. Bu da ancak sinema, fantastik edebiyat, korku edebiyatı, bilimkurgu, rock ve heavy metal gibi esin kaynakları olan biz yeni nesilin sayesinde olacaktır." diyen Doğu Yücel'i desteklememiz lazım arkadaşlar. Kitabını okumalıyız, satın almalıyız ama satsın diye değil, ünlü olsun diye değil. İstediğimizde neler yapabileceğimizi, neler yaratabileceğimizi görmek , Doğu ile ve paylastığımız değerlerle gurur duymak için onu desteklemeliyiz.

Yiğit Değer Bengi - Çift Başlı Kartal

Yiğit Değer Bengi- Çift Başlı Kartal
Artemis Yayınları
Öykü/ Bilim kurgu- Fantazya
Yayın Yılı: 2006
208 sayfa
_______________________________________

Masallar külliyen yalan, mitolojiyse gerçekmiş hissi veren başka bir çeşit yalandır. Sevimli, güzel, yararlı yalanlardır bunlar; bir kızın sevişmeye giderken annesine söylediği bu gece kız arkadaşımda kalacağım yalanı gibi... Fantastik ise, düpedüz doğrudur. Gerçeğin arka planıdır sadece, aynanın sır'sız yüzüdür. Yalan gibi görünmesi ondan. Yiğit Değer Bengi'nin öyküleri ne masalsı, ne mitolojik, ne de fantastik. Daha da ileri gidebiliriz; bu öyküler gerçeğin ta dibi! İster taş devrinde, ister Ortaçağ'ın karanlığında, ister günümüzün pis, isli dünyasında yaşasın, hiç fark etmez. İnsanın gerçekliğe çarptıkça çıkardığı tok sesi duydum bu öykülerde. Sarsılmam ondan. Az buz değil, katlanılmaz derecede tok bir ses bu. Yani her okuyana çalım atacak güçte öyküler bunlar. Çünkü gerçek, bütün gerçekliğiyle gözler önüne serilmiş, mitoloji, masal, fantastik gibi öğeler ise, gerçekleri yola koşmak için kırbaç niyetine kullanılmış... 2000'li yıllar, gerçeğin kan-ter içinde yola koşulduğu, ciddi ciddi kırbaçlandığı yıllar olarak geçecek edebiyat tarihine. Kırbacı elinde tutanlardan biri de Yiğit işte...

Altay Öktem

"Bengi, bizi salt bir hayal gücünün ve sağlam bir tarih bilincinin yaratabildiği zengin bir dünyanın içine duyarlılıkla yerleştiriyor, adeta bağlıyor."
Giovanni Scognamillo

Yazar, soğuk, acımasız ve kaba gerçekliği zamandan azade geçişlerin huzuruyla ılıtıp sunuyor. Kendine özgü bir dil kurma yolculuğu da denebilecek öyküler bunlar. Bir yol. Çift başlı kartal yolu."
Sadık Yemni

Destanlarda ya da fantazya kitaplarında, yerleşmiş bir dil vardır, kimi şeyleri belli şekilde tasvir edersin, ifade edersin. Odysseus, ya da Ulyses şarap rengi denizde yelken açıp İthaka’nın yolunu arar. Kızlar diri göğüslü, kuzguni saçlıdır erkekler de geniş omuzlu ve tunç tenli. Kahramanların belli şeyler yapmaları beklenir, yolun sonuna kadar gidemeyenler benzer acılar çeker. Bu destan dili, bir ölçüde bu edebiyat türünün olmazsa olmaz bir şartıdır sanki. Aşina bir tanımla karşılaşınca, ona denk düşen belli bir kahramanla da karşılaştığımızı anlarız. Okura kolaylık sağlar, yani. Ama yazara kolaylık sağlamaz. Tam tersine, onun ötesine geçemeyen, metnine derinlik kazandırmayan yazarı klişeler tuzağında hapseder. Gene okunur bir metin çıkabilir ortaya ama, akılda kalıcı bir metin çıkmaz.

Yiğit Değer Bengi’nin hikâyelerinden oluşan Çift Başlı Kartal’ın en büyük erdemlerinden biri, bu ortak dili gereğince kullanması ama onun çok ötesine geçmeyi; daha doğrusu derinine inmeyi başarması. Antik Çağlar’dan tutun da Antep Savunması’na, Çanakkale Savaşı’na kadar uzanan geniş bir zaman dilimi içinde, Bengi tarifi en zor kavramlardan birini, kahramanlığı kendine temel almış. Kahramanlığın iki ayrı yönünü: hem arkasını dönüp kaçmak istemeyi hem de ilerleyip başına gelebilecek her şeye yiğitçe boyun eğmeyi anlatıyor. Bazen iki bedende tek bir ruh (ister aynı cinsiyetten ayrılmaz iki arkadaş sıfatıyla olsun, ister farklı cinslerin fazladan cazibesiyle bezenmiş olsun), bazen antik ya da yeni hayallerin eşlik ettiği kahraman, bazen de kahramanlığıyla yalnızlığa mahkûm edilmiş kişi olarak. Ne var ki, ödleklik de aynı şeyi yapabilir, o da insanı yalnızlığa mahkûm edebilir.

Yiğit Değer Bengi’nin yazdığı bir hikâyeyi ilk kez, o İthaki’nin Jules Verne Öykü yarışmasına katıldığında okudum. Ben Fantastik Kurgu bölümünün jürisindeydim, onun hikâyesi benim birincimdi. Ancak jürinin üçüncüsü oldu. “Çift Başlı Kartal”ı, bu kitapta da bulacaksınız. Bu üçleme, son yıllarda okuduğum en yürek yakıcı metinleri oluşturuyor. “Son Kahraman” ise, kahramanlık üzerine yazılmış en iyi hikâyelerden biri. Kargamış’ın kahramanı Muwata’nın çaresizliğini, mecburi kahramanlığını, o tayin edici ânı da unutacağımı sanmıyorum. “Assur ordusu üzerime geldikçe korkum da geçti. İçimi bir soğukluk, bir hissizlik, hatta bir neşe sardı. Ne utancım kaldı, ne korkum, ne de çekincem.” Tıpkı Timo ile Niko’nun kardeşliği, Stephanos ile Karas’ın aşkları, Murşili ile eskiden Luvanda olan Edimnu’nun kolay kolay yıkılmaz dostlukları; Gılgameş ile Enkidu’nunkini hatırlatan “bir”likleri gibi.

Belki de eski çağlara aşkla bağlı olduğum, en ihmal edilmişleri dahil, bütün ören yerlerinde eskiden kalma bir soluk hissettiğim, sesler duyduğum, bizden pek de farklı olmadıkları anlaşılan o insanları gözümün önüne getirebildiğim, geçmişi yeniden yaşamakta zorluk çekmediğim içindir, bilmiyorum. Fantazyanın her türünü sevdiğim halde, destanlar beni hep çok etkilemiştir. Özellikle bize çok daha yakın olan, kemiklerini her zaman daha zengin şekilde donatma imkânına sahip olduğumuz, bu toprakların destanları. Örneğin, Deli Dumrul’un neden geçmişe bırakıldığını anlamam. Bengi, bize aşina tarihleri, masalları, pürüzsüz bir dille anlatıyor. Eski Çağlar konusundaki uzmanlığı ise, antik-modern destanlarını daha da inanılır, trajik kahramanlarını daha yürek burkucu hale getiriyor. Umarız arkası gelir.

Sevin Okyar
_______________________

Röportaj

Frpnet.net






Tarihi ve Fanteziyi birleştiren başarılı bir öykü kitabı. Destanlar, mitoloji, tarihi savaşlar hiç bu kadar değişik bir bakış açısıyla anlatılmamıştır herhalde. Yiğit Değer Bengi, Çift Başlı Kartal adlı öykü kitabında tarihe farklı bir bakış açısı katmış. Tarihin bilmediğimiz fantastik yönleri en iyi şekilde yansıtılmış. Kenan Yarar’ın çizdiği kapakla raflarda dikkat çeken kitap tarihi ve fanteziyi sevenlerin kalbini fethetmeye başladı bile.



Kitapta Çanakkale Savaşından Gılgamış Destanına, Roma İmparatorluğundan Babil Krallığına kadar tarihte büyük bir gezinti yaşıyorsunuz. Mükemmel kapak çizimi zaten ilk bakışta bizi etkilese de kitabı okuyup kapağa bir kez daha baktığınızda çizimin aslında ne kadar da çok şey anlattığını farkediyorsunuz. Kapak aslında kitabın net bir özeti şeklinde olmuş. Sevin Okyay’ın önsözünü yazdığı kitapta tarihin içindeki büyük aşkları, tarihi etkileyen savaşları, günümüze yapılan göndermeleri çok yalın ve etkileyici bir dille bu kitapta okumak mümkün.

Fantezi ve edebiyat dünyasından Yiğit Değer Bengi’yi tanıyanlar çoğunluktadır. Ama biz yine de öetle kendisini tanıtalım. 1977 yılında doğdu. İstanbul Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi Eskiçağ Tarihi üzerine yüksek lisans yapmaya başladı. Xasiork ve İthaki Yayınevlerinin düzenlediği öykü yarışmalarında dereceleri olan yazarın bugüne kadar pek çok dergi ve gazetede yazı ve öyküleri yayınlandı.

Yazar Yiğit Değer Bengi ile kitap üzerine konuştuk. Bakalım bize neler anlattı.



Keri: Merak ettiğim bir durum var. Bilgisayar mühendisliğinden fantezi edebiyata ve özellikle tarihe geçiş nasıl oldu?
Yiğit Değer Bengi: Benim üniversite sınavına girdiğim tarihler tam ekonomik kriz dönemlerine rastlıyor. Meşhur acı reçete dönemlerine. O zamanlar hayallerimizin peşinden gidecek cesareti bulamadık kendimizde. Ben daha küçükken annem tarafından elime tutuşturulan bir Gılgamış Destanı zaten kalbimi bir daha hiç iyileşmeyecek bir tarih, mitoloji ve düşlem aşkıyla doldurmuştu bile. Lise yıllarından başlayarak öyküler yazdım, hatta bazılarını yayınlattım ve sonunda Ferhan Ertürk’le tanıştıktan sonra bu alanda da hayatta kalacak kadar para kazanabileceğimi keşfettim.

K: Profesyonel anlamda edebiyat ve yazarlık ile ilk tanışman nasıl oldu? Ne şekilde başladın yazmaya?
Y: Ortaokul yıllarımdan beri öykü yazıyorum. Ortaokulda çıkarılan okul dergilerinde öykülerim yayımlanıyordu. Üniversitedeyken de 96 yılında Fırat Yaşa’nın çıkardığı “Boş Kare” isimli fanzin dergide adamakıllı ilk öykülerim yayımlandı. Profesyonel anlamda ilk yayımlanan öyküm ise 2001 yılında Xasiork tarafından düzenlenen öykü yarışmasında 1. olan Höyük adlı öykü oldu. Bu öyküyü kitapta da bulabilirsin. İlerleyen yıllarda Varlık, E Dergisi, İmge Öykü, Edebiyat ve Eleştiri gibi dergilerde öykü ve yazılarım çıktı. 2003 yılında İthaki Yayınları tarafından düzenlenen Jules Verne Öykü Ödüller yarışmasında Çift Başlı Kartal öyküsü ile Fantastik Kurgu dalında 3. oldum. 2002 yılından bu yana da çeviri ve editörlük yapmaktayım.

K: Fantastik kurguda ortaçağ tarihi, krallıklar, şövalyelik gibi öğeler çok fazla kullanılıyor. Senin hem eskiçağ tarihi ile fanteziyi birleştirmen ne şekilde oldu?
Y: Eskiçağ benim asıl merakım. Ve Anadolu Eskiçağ kalıntıları bakımından öyle zengin ki. Zaten fantastik kurguda tarihe ve mitolojiye göndermeler yapan yazarları seviyorum. Roger Zelazny, Neil Gaiman, Marion Zimmer Bradley gibi yazarlar bu işi çok iyi yapıyor. Bu tür tarihi ve mitolojik kurgu fikirlerinin çok zengin ama ülkemizde oldukça bakir olduğunu düşünüyorum. Ne zaman fantastik bir öykü yazacak olsam ucu Hitit, Bizans gibi tarihi dönemlere gidiyor.

K: Öykülerin günümüz fantezi edebiyatından biraz uzak, bazılarının tamamen tarihi olmasını neye bağlıyorsun?
Y: Öykünün başka bir dünyada geçmesi ile yaşadığımız dünya üzerinde geçmesi farklı iki ekol. Başka dünyaları kullanıp günümüze göndermeler zaten yapılıyor. Yüzüklerini Efendisi’ndeki gibi. Aynı göndermeler dünyamızda ve şimdiki zamanımızdan yapılsa estetik kaygıdan yoksun kalacak kadar bariz olur. Ben destanları ve tarihi kullanıp günümüze göndermeler yapmayı tercih ediyorum. İnce ince anlatmak uzun sürer ama bu malzeme çok zengin.

K: Yazdığın öykülerin okuduğumuz destanlarda geçenlerden farkı nedir?
Y: Binlerce yıl önce yazılan bir destan ile 20. yüzyılda başımızdan geçen olayları birbirine benzetiyorum öykülerimde. Bu tarz edebiyatın kaynakları ve geleneği tamamen mitolojide yatıyor. Binlerce yıl önce eser veren antik yazarlar da insanı anlatmak için aynı eğreltilemeleri kullanıyorlarmış.

K: Kitabında günümüz fantastik kurgu kitaplarından farklı bir dünya var. Biz fantastik kitaplarda büyücüleri, büyüyü görmeye çok alışmıştık.
Y: Kitabımdaki fantastik öğeler insanı anlatmak yolunda birer araç ve metafor. Kitabımdaki karakterler taş devrinden günümüze kadar ihtirasları, zayıflıkları olan varlıklar. Kahramanlık yaptıklarında çok şey kaybedeceklerini bilen, sıkıya geldiğinde korkuyu iliklerinde hisseden bizim gibi insanlar. Yani süper kahramanlar ya da yüzlerce yıllık kadim büyücüler değil, günümüzde karşılaşabileceğimiz türden kişiler. Hepsi Türkiyeli hemşerilerimiz.

K: Kapakta anlatılmak istenen nedir? Nasıl bir çalışma yaptınız?
Y: Kapağı tamamen Kenan’a (Yarar) bıraktım. O da kitaba ismini veren en beğendiği öyküyü kendi gözünden anlatmış.

K: Öykülerinde hem destansı hem tarihi öğelere hem de klasik edebiyata göndermeler var. Günümüzde bildiğimiz, tanıdığımız ya da çevrenizdeki kişilere göndermeler var mı?
Y: Örneğin Höyük öyküsü Yaşar Kemal ve Nazım Hikmet’e bir saygı duruşudur. Kelebek Akşamı isimli öyküde bahsi geçen karakterler tanıdığım kişiler. (gülüyor)Asında bakarsan başımdan geçen bir aşk hikayesinin başka türlü bir anlatımıdır.

K: Peki Katip isimli öykü?
Y: Nereden anladın? (Kahkaha atıyor) Evet o da tanıdığım ve gözlemlediğim birini anlatıyor.

K: Bu öyküleri yazarken kitap çıkarmak aklında mıydı?
Y: Evet aklımdaydı. Her zaman eskiçağ temalı öykülerimi toplayacağım bir kitap çıkaracağımı biliyordum.

K: Kitapta Türk-İslam düşlem unsurları neden yok?
Y: Zaten bu kitabın meselesi de budur. Bu kitabın bir yan teması da İslamiyet’ten önceki Türkiye tarihinin de bize ait olduğu, bizi biz yapan en önemli şeylerden biri olduğudur. Ama sözü edilen unsurlara da karşı değilim. Yazmakta olduğum romanda bol bol var.

K: Yeni projelerin neler? Mesela yazmakta olduğun romandan bahseder misin?
Y: Aklımda iki roman, bir öykü kitabı daha var. Romanlardan biri tarihi, diğeri günümüz İstanbul’unda geçen fantastik bir roman olacak. Öncelikle İstanbul’da geçen romanım yayımlanacak.

K: İleriki projelerinde de başarını diliyoruz ve çok teşekkür ediyoruz.
Y: Ben de çok teşekkür ederim, Sevgili Kayra. Çok keyifli bir sohbet oldu.

Kayra "Keri" KÜPÇÜ

____________________________________

Yorumlar

ekşisözlük

çift başlı kartal da kısa hikayeleriyle geçmişten bugüne, bugünden geçmişe, gerçekten hayale, hayalden en fena şekilde çarpan gerçeğe getirip götüren bir adam... hep yazması gereken...


fantastik seçki editörü, yazdığı metinlerde arka planda tarihsel kurguyu kullanan genç öykücü.


her an yazması gereken, fantezinin gerçeğe dönüşebileceği bir çizgide zıplayan, sadece türkiyenin değil tüm dünyanın tanımasını istediğim yazar kişi... hayata hep göz kırpan deli dost...


bir uzay üssünde beraber bir ay geçirdiğimiz*, bilgiyi bir silah ve kalkan gibi kullanan bir eski çağ savaşçısı. o kadar anlattığım şeyden sonra aklında bu mu kaldı diyecek ama ördeğin karşısına geçip onu bile dile getirdiğine şahit olduğum insandır.


1977 ankara doğumlu. istanbul ünüversitesi bilgisayar mühendisliği mezunu. marmara üniversitesi eskiçağ tarihi anabilim dalında yüksek lisans yapıyor/yaptı. 2003 yılında ithaki yayınevi'nin düzenlediği fantastik kurgu temalı jules verne kısa öykü yarışmasında dereceye girdi. e dergisi, edebiyat ve eleştiri ve mevsimsiz dergilerinde öyküleri, çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı. mercedes lackey ve steven brust'ten çeviriler yaptı.


çok sakallı bir adam bu.
ama çok iyi muhabbet eder.

kahrol diyerek kahreder baştan uyarıyım

_____________________

kayıprıhtım.org

Bu kitap neden okunmalı?
En başta, Türk bir yazarın elinden çıkan bir fantastik eser olduğu için yazara destek amaçlı. Ayrıca, bizim de bu kulvarda okuyucular olarak kendimizi göstermemiz lazım. Yani, sadece yabancı yazarların peşinden giden bir grup özenti gibi durmamalıyız bence. Kendi yazarımız yazdığında bunu da okuyup değerlendirmeliyiz. Beğeniriz ya da beğenmeyiz bu tamamen zevkimize kalmış. Sonuçta, nasıl beğenmezsin gibi bir sorunun gelmesi çok saçma olacaktır.
Ama, gerçek bir fantastik sever, kendi ülkesinin emeğini de tartar kafasında. Bu adamalra destek vermeliyiz bu nedele. Benim düşüncem budur.

Bir de hikaye kitabı olması da güzel bir şey. Belki, konu ilerlerken(bir roman olsa)arada alıştığımız tadı o fantastik havay alamayabilirdik ama, hikayeler olunca her sayfada farklı bir tat ve renkle bizi daha güzel anlara taşıyabilir bu.

Kitabın adı da oldukça ilginç.
________________
Bu eseri okudum. Fikrim şu ki, tanıtım yazısı yorumları biraz şu amerikan kitap sattırma yorumları gibi. Konu seçimleri ve üslup olarak ben pek derinlikli bulduğumu söyleyemeyeceğim eseri. "Yeterli" bir eserdi, fazlası değil. Beklentim yüksekti sanırım.
___________


Höyük adlı öyküsü beni derinden etkilemişti. Tırnaklarımı yiyerek okudum-sinirden- ve sonunda kötü mü olacak iyi mi diye hop oturup hop kalktım. Anadolu topraklarının zengin kültüründe-kültürlerinde- geçen hikayeleri hoştu. Ama Höyük bir başkaydı. Gaziantep'in Fransız işgalinde olduğunu anladığınızda ensenizdeki tüyler diken diken oluyor...

Diğer hikayeler hoş ve eğlenceliydi. Sadece kitabın en başındaki Katip-adını yanlış hatırlamıyorum umarım- hikayesi beni pek sarmadı. Kitap için pek iyi bir başlangıç olmamış ama okumaya devam edince bana hoşça vakit geçirten hikayelerle karşılaştım.

Okunmalı çünkü hem Türk yazarlarımıza destek için hem de kendi topraklarımızın yüzyıllar boyunca yaşamış kültürlerinin hikayeleri için okunmalı.

_________________________

Geçmiş olduğum derslerin kitaplarını bir daha görmemek üzere satmak amacıyla gittiğim sahafın, bana kitapların karşılığında para ödemeyi reddetmesinin hıncıyla "en azından ben de bir iki kitap aliim de öyle gidiyim verdiklerimin karşılığında" diyerek kitap yığınlarını karıştırırken bulmuştum bu kitabı.

Kitap birbirinden bağımsız öykülerden oluşuyor, bu öykülerin hepsi Anadolu'da ya da yakınındaki topraklarda geçiyor. Sümer, Assur, Roma vb... topraklarında/zamanlarında yaşanan, şimdiye kadar okuduğum kitaplardan çok farklı bir "fantastiklik" anlayışı taşıyan öyküler hepsi de.

Anlatım çok hoşuma gitmişti okurken. Anlatılan olayların benim yaşadığım coğrafyada geçiyor olması beni daha da bağlamıştı karakterlere, olaylara. Çünkü genelde ortaçağ avrupası kokan çoğu eserde göremediğim kadar "buralara ait" ve "samimi" her şey.

Fazla övüp beklentilerinizi yükseltmek istemiyorum. Ama yine de çok güzel bir kitap

__________________

Murat Tuncel - İNANNA

Murat Tuncel İNANNA


Yayinevi: Varlık Yayınları
Baskı Tarih: Ağustos 2006
Sayfa: 437

Arka Kapak


Bir yanda, küçük yaşta anasının kucağından koparılıp ocaklarda yetiştirilen bir devşirmenin öyküsü... öte yanda, bir Ermeni beyinin kızını ikinci eş olarak almak istediği için babası tarafından sürülen bir bey oğlunun serüvenleri... Murat Tuncel, payitaht ve beyliklerin patlamaya hazır bir kazan gibi kaynadığı dönemde geçen bu iki öyküyü romanında iç içe kurgularken, medreselerde öğrenim görmüş ama yaşam karşısında toy olan "Küçük Bey" ile, çevresinde dönen entrikalara karşı kendini savunmayı öğrenen "Doğu devşirmesi" Bilal'in kimlik ve aşk arayışlarını, söylencelerle beslenen, canlı, sürükleyici bir anlatımla dile getiriyor.
"Bak bey oğlu, yıldızlara bak. Bizim tanımlayamadığımız bir zamanda Tanrıça İnanna, bu yıldızların güzelliğine dayanamayarak tannlar tapınağından dışarı çıkmış. İnanna'yı gören ay karanlığa karışıp kaybolunca, çok kızan tannçalar tanrıçası An hemen onu yeryüzüne göndermeye karar vererek şöyle demiş: "Ey İnanna! Seni şimdi bizi temsil edesin diye yeryüzüne gönderiyorum. Yeryüzünün en güzel tanrıçası sensin. Gökyüzü kardeşin ay'ın, yeryüzü de senindir. Yalnız seni seçilmiş yapabilmek için bir şartım var: Ay gökyüzüne çıktığında, sen tapınağına gireceksin; sen yeryüzüne çıktığında, ay bulutlardan koynuma girecek. Çünkü yeryüzü de, gökyüzü de her ikinizin güzelliğini taşıyacak kadar büyük değildir."

_________________________________________

Murat Tuncel'in bu ay VARLIK Yayınları'ndan çıkan yeni romanı İNANNA, yazarını okurlarımıza değişik yönleriyle tanıtmak istememizin önemli bir nedenidir. O nedenle biz de bu sayfamızda alışılagelmişin dışına çıkarak Dergi Yönetmeninin, Yönetim Kurulu Üyesi arkadaşıyla bir söyleşisini yayınlıyoruz. VARLIK dergisinin Ağustos 2006 sayısında Özge Şahin yazarla bir söyleşi yapmış. Fakat biz burada daha değişik bir yaklaşımla konuyla ilgili aramızdaki konuşmaları yazılı olarak okuyucularımıza yansıtmak ve böylece edebiya- tımızda önemli bir yer tutan söyleşi türünün bir boyutta genişlemesine de katkıda bulunmak istiyoruz.


M. Halit Umar ile Murat Tuncel arasında 17 Ağustos 2006'da, Rotterdam Anafilya odasında geçen konuşmalardan:

- Merhaba Sevgili Murat, diğer yurduna, buraya, Anafilya odasına da hoş geldin. Bu kez İstanbul'da uzunca kaldın. Koltuğunun altında yeni romanın var, biliyorum birazdan bu güzel armağanı alacağım elinden.

- Evet, bu kez İstanbul'da biraz uzun kaldım Halit Ağabey, dilerim iyisinizdir. Elimin altında İnanna var, yeni romanım. Daha mürekkebi kurumadı desem yanlış olmayacak. Hemen adınıza imzalıyor ve size armağan ediyorum ama en kısa zamanda okumanızı ve beni eleştirmenizi de rica ediyorum.

- VARLIK'ta seninle İnanna üzerine yapılan söyleşiyi okudum. Bu yeni romanının sana mutluluk getirmesini dilerim.

Bu arada Murat, kitabın ilk sayfasına şunları yazıyor: Anafilya'nın babası Halit Ağabeyime İnanna'nın sevinciyle... paylaşımıyla. 17. 08.2006



- Teşekkür ederim. Daha nicelerine. Aman Tanrım, 437 sayfa!

- 437 yıl gibi... Yalnızca araştırma ve bilgilenme süreci 5 yılın üzerinde sürdü. Her geçen gün daha ağırlaşan bir sorumluluk duydum. Neredeyse romanı, kahramanlarını, olayları yaşar oldum. Örnek dosyayı yayınevine yolladığımda bir OOH demiştim; aradan üç hafta geçmeden kabul edildiği, basılacağı haberinin geldiği günü anımsıyorum. Bir doğum muydu bu, ne! Büyük bir yükün altında gibiydim o ana kadar. Sonra bu yük yerini bir büyük boşluğa bıraktı. O zamana kadar benim olan kitap birden el değiştirdi, artık Türk edebiyatının bir parçası oluyordu, okurun olacaktı, paylaşılacaktı. Yazar olmanın kaçınılmaz halleri, duyguları mı diyeceğiz buna? Sanırım öyle. Yaşamımdan en az beş yılı benden alıp götüren bir yapıt... O nedenle son aylarda benim sesimi soluğumu da pek duymadınız. İnanna ile birliktelik bir başka güzeldi. Şimdi sıra bu güzelliği paylaşmaya geldi.

- Anlıyorum. Kahveni tazeleyeyim mi?

- Lütfen, Halit Ağabey.




Şimdi izninle Anafilya okurları adına sana bazı sorular yöneltmek istiyorum:


Murat Tuncel değişik edebiyat dallarında ürünler veriyor. Yalnızca öykü yazarı değil. Başka romanları, uzun öyküleri ve şiirleri de var. Edebiyatımızda Murat Tuncel'in kullandığı yazım türü yönünden yeri ağırlıklı olarak ne idi, gelecekte ne olacak?

- Okuyucularım beni kısa öykülerimle tanıyor, ama benim roman türünde de İnanna’dan önce üç romanım var. Birisi çocuklara yönelik yazdığım bir roman, diğer ikisi ise yetişkinler için. Burada şunu itiraf edeyim ki, kısa öykülerdir beni yetiştiren ve pişiren. Önceleri pek düşünmüyordum öykü türü dışında yazmayı, ama zamanla gördüm, öyle öyküler var ki, öykü sayfalarına sığmayan... Böylece romanlar doğdu. Şiir ise en az yazdığım bir tür. Belki bir ömür boyunca bir kitap doldururlar… Bunun yanında ben çocuk edebiyatı (!) için de ürünler veren biriyim. İki öykü, bir roman ve on da masal, resimlemeleri bitti, birkaç aya kadar yayınlanacaklar (Morpa Yayınları). Elim kalem tuttukça ya da parmaklarım tuşlara basabildikçe bu böyle devam edip gidecek.


Bir yazarın yazım serüveni içinde giderek gelişen ürünüyle ilişkisini merak ediyorum. Hani derler ya 'Yazarlar, sanatçılar eserleriyle sevişir', bu tür bir duyguyu yaşadın mı İnanna geliştikçe?

- Kimileri böyle söylüyorlar, Harry Mulisch ise, “Her yazar kendi romanının tanrısıdır” diyor. Bence her ikisi de doğru. Konu yazarın usunda bir yumak gibi büyümeye başlayınca, yazar yapıtıyla flört ediyor. Karşılıklı nazlanmalar belli bir süre devam ettikten sonra iş alış verişe dökülüyor. Yapıt bir kişilik kazandığı sırada yazar karşısında bir sevgilisi varmış gibi kılıktan kılığa girerek onu kandırmaya çalışıyor. Sanırım bu da bir tür sevişme ve böyle söyleyenler de bunu kastediyorlar.

İnanna ile sevişmemiz okumalarla başladı. Flört dönemini böyle geçirdik. İlerleyen zamanda romanın kahramanları beni de yanlarına alarak gezinmeye başladılar. Onlarla tüm tarihlerin aşkın gizli tohumlarını sakladığı coğrafyayı gezinirken de İnanna binlerce yıl sonra yeniden doğdu.


Bir yapıtın uzunluğu, büyüklüğü aslında doğru bir kıstas olamaz. Kısacık denebilecek bir şiirin yıllar içinde tamamlandığını biliyoruz. Bir öykü de romana göre kısa bir üründür ama bu, romana göre daha kısa bir sürede yazılır anlamına gelemez. Yine de roman türü yazarını çok uzun bir süre ele geçiriyor ve yaşamına el koyuyor gibi. Örneğin, İnanna. Yalnız araştırma aşamasında 5 yıl gibi uzun bir süreyi, en verimli döneminin büyük bir parçasını bu işe adamışsın. Neden? Seni bu denli bir özveriye iten, belki de zorlayan nedenleri bilmek isterdim.

- Yazmak hem belalı, hem de çok lüks bir iş. Yazmaya başlayanların da, yazanların da bunu aklından çıkarmaması gerek bence. Çünkü önceleri öyle görünmese de, sonraları yazmak insanın tüm zamanını ister. Size ne eğlence, ne de dinlenme hakkı tanır. Rehavete kapıldığınız anda sizi terk eder. Yani yaratıcılığınız yazmaya ayıracağınız zamana bağlıdır. Bunun içinde okuma ve kendinizi yenileme eylemleri de var. Bunlardan biri eksik olunca yazmak topallar.

Elbette bir yapıtın oylumlu olması ya da kısa olması bir ölçüt değildir. Öyle kısa öykü vardır ki, sizi günler, aylar, hatta yıllar uğraştırır da bir türlü kıvamını bulmaz ve yakanızı bırakmaz. Ama öyle roman da vardır ki kısa bir sürede yazılır. Bu durum yazma eylemiyle, yazar arasındaki bir ilişki. Bazen de konu belirliyor bu durumu. Yani bazen yarattığınız konu sizi sürükleyip götürür ve birden bire de terk eder. Önemli olan da o terk ediliş anından önce sizin konuyu terk etmenizdir. Yoksa okuyucuya bir şey kalmaz…


Yazarın çektiği doğum sancılarını, hemen arkasından duyduğu rahat- lamayı ve mutluluğu gayet iyi anlıyorum. Genelde her sanat emekçisi, bir yapıtını tamamladığında tanımı zor bir tat alıyor bu işten. Bir tür doyum noktasına ulaşılmış oluyor belki de. Yeni bir başlangıcın, kısa süren, sessiz, mutlu ânı diyelim. İnanna en az 5 yıllık bir oluşum evresinde seni avuçlarının içine alıp yaşamını da büyük ölçüde etkiledi. Sonun mutluluğunu değil de bize seni sona götüren serüvendeki mutsuzluklarını anlatabilir misin?


- Öncelikle şunu belirteyim ki, bir yazarın usuna düşen bir konu büyümeye başladığı zaman yazar çok mutsuz ve huzursuz oluyor. Çocuğunuzun büyümesiyle içinize düşen kaygı gibi. Biliyorsunuz onu bir yerde terk etmeniz gerektiğini, ama her terkediş bir boşluk yaratıyor insanın içinde. İnanna’da da bunu birkaç kez yaşadım. Tohum usuma düştüğünde çok boyutlu bir işe girişeceğimi anlayınca yazmaktan vazgeçtim. O zamanki mutsuzluğumu anlatamam. Daha sonra yeniden işe başladığımda araştırmaya önem verdim. Araştırma yaptığım zaman da çocukluğumun geçtiği ve aşkın gizli tohumlarının saklı olduğu topraklara doğru birkaç kez (mekân tesbiti için) yolculuk yaptım. Yıllar sonra gördüğüm o topraklarda epeyce duygusal anlar yaşadım. Bu da romanı yazarken yaşadığım ikinci mutsuzluk oldu. Üçüncüsü ise yazımı bitirdikten sonra gerçekleşti. İnanna’yı dosyalayınca içimde bir boşluk oldu. Yıllarca birlikte olduğum bir arkadaşı kaybetmiş gibi oldum. Bunlardan başka kaynakların çoğunun Arapça olması ve Türkçelerini bulma zorlukları da beni epeyce mutsuz etti. Bulduğum çevirilerin çoğu da eski Türkçe idi. Keşke okullarda kaynaklarımızı inceleyecek kadar başka dilleri de bize öğretselerdi!


Bizim sohbetimiz hiç bitmez ama... Dilersen, okurlarımız için Anafilya'nın edebiyatımızdaki yeri ve önemi, etkisi, çevresi ve bunun gibi konulara değin. Öyle ya Murat Tuncel yalnızca İnanna'nın yaratıcı yazarı değil, Anafilya'nın da ilk Don Kişotlarından biri (Bu benzetme sana aittir!), derginin etkin yönetim üyesi. Bu konuda, yapıcı, destekleyici tutumundan dolayı da sana ayrıca teşekkür ediyorum.


- Anafilya ile biz bir ilki gerçekleştirdik. İlk yolculuğa çıktık. Sonunun ne olacağını bilmediğimiz bir yoculuktu, o nedenle de bizleri Don Kişot'a benzetmiştim. Çünkü bilinmeyene doğru yola çıkan serüven avcıları hep Don Kişotturlar… O zamanlar elektronik dergiciliği çoğu okuyucu da tanımıyordu ve biz de ulaşacağımız uzaklığı hesap edemiyorduk. Ama kısa zamanda o yolun dünyayı saran bir yol olduğunu gördük, görmemizle de mutluluğumuz arttı. Çünkü Anafilya dünyanın neresinde olursa olsun, edebiyat severlere Türk edebiyatının hazzını tattırmaya başlamıştı. Bugün yine bu görevini sürdürüyor. Türkiye’deki çoğu dergiye ulaşamayan okuyucular, Anafilya sayfalarında edebiyatımızı, kültür ve sanatı izliyor ve günceli yakalıyorlar. Okuyucuların yanında, yazar ve şairlerimizin de yeni ürünlerine yer vererek onların da uzaktaki okuyucularla buluşmasını sağlıyoruz. Bence bütün bunlar az şeyler değil.

İnanna beni epey bir süre Anafilya’dan uzak tuttu. Her zaman izlememe karşın, fazla ürün gönderemedim. Ama şimdi İnanna beni terk edince yüzümü yine Anafilya’ya döndüm.


Sevgili Murat, bana, evime gelmenden, sıcak sohbetimizden, günün sorunlarına yanaşımın ve geleceğe umutla bakışından; belki de bunlardan daha önemlisi, 'Bundan sonraki kitap' düşüncesinin şimdiden filizlenmeye başlamasından çok çok mutlu olduğumu biliyorsun. Bu duygularımı okurlarımız da duysunlar istedim.


- Ben bizim insanımızın kederini paylaşıp, mutluluklarını saklamasından hep rahatsız olmuşumdur. O nedenle ben her zaman mutsuzluklarımı olduğu gibi mutluluklarımı da paylaşmaya özen gösteririm. İnanna beni terk etti, ama ben şimdi hem yeni öykülerle hem de Hollandalı bir ailenin yaşamını konu alan bir romanla flört ediyorum. Ayrıca bir de çocuk edebiyatına katacağım bir romanım var. Umarım bunları gerçekleştirebilirim… Daha sonra da yenileri sırada.


Daha nice kitapların doğum sancılarını yaşamanı diliyorum. Hoş kal.

- Size daha nice anıların doğum sancılarını çekmeyi, tüm okuyucularımıza da iyi okumalar diliyorum.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Erol Çelik - Heyula

Heyula- Erol Çelik
Avrupa Yakası Yayınları
Öykü
351 sayfa
Yayın Yılı: 2007
_____________________

"Yaşlı kadınlardan nefret ederim.
Hele bunlardan biri benim karımsa"
Günışığının göz alıcı aydınlığında
alabildiğine nettir görüntüler.
Peki ya anlık cinnetlerin karanlığında?
Ayna parçalanır.. Ruh parçalanır..
Paramparça olur sıradan yaşamlar..
Yazardan ruhumuzun karanlık yönüne
ayna tutan öyküler...
"Sadece önümde bir engel kaldı.
Her insanın hayatında geçmesi, aşması gereken
bir sırat köprüsü vardır. Benim sırat köprüm
karşımda duruyor."


Erol Çelik'in 'Heyula'sı dokuz uzun öyküden oluşuyor. Özellikle kitaba adını veren öykünün okunmayı ayrıca hak ettiğini belirtmek gerekiyor. Bu öykünün baş kahramanı Hasan Çavuş'un hayatı, yaşlı karısının bitmek bilmeyen şikayetleri nedeniyle, neredeyse cehenneme dönmüştür. Hasan Çavuş, bu şikayetlerden bıkıp, en sonunda cinnet getirmiştir. Erol, hikâye hızla trajik sonuna varırken, sık sık geri dönüş tekniğine başvurarak, ilgi çekici bir okuma yaratmış. Ayrıca bu öykü dışında, 'İmza', 'Vasiyet', 'Kızıl Çilli Çiyan', 'Dilenci', 'Hoşt!!!', 'Temmuz Yağmuru', 'Huzur Bahçesi' ve 'Hayatımın Kadını' isimli öykülerin de, ağırlıklı olarak gerilim unsurlarıyla oluşturulduğunu söyleyelim.


__________

___________________________________


YORUMLAR

öncelikle bu kitabı beğenmeseydim inanın gecenin bu saatinde giripte yorumlamazdım.
10 yakın hikaye var içinde ve bir kaçı hariç hepsi normal insanların bile düşüne bileceği manyaklıkları anlatıyor.
vasiyet diye bir hikaye varki pes!!!
çok kısa yazmış yazar biraz daha uzun olsa okumaya doymayacağım.


___________________________________________

Gerilim denilince akla gelen birçok yabancı yazar var. Stephen King, Grange, Trevanian, Koontz, bunlardan bir kaçı. Listeyi çoğaltmaya kalkarsak işimiz hayli kolay. Ama bu listeyi Türk yazarlar arasında yapmaya kalkarsak, işimiz inanın zor olur. Türk’ler gerilim yazmayı pek sevmiyor, fakat okumaya bayılıyorlar.
Son zamanlarda yeni yazarlarımız arasında gerilim oldukça ön plana çıkmaya başladı. Bence bu çok önemli ve sevindirici bir sonuç. Yeni yazarlarımız diyorum kimse alınıp sinirlenmesin, usta yazarlarımız arsında gerilim yazarları var ama onlar daha çok polisiye tadında yazıyorlar. Bize, daha olay merkezli, polisiyeleştirilmemiş öyküler lazım. Tam bu noktada yeni yazarlardan Erol Çelik’ten bahsetmek gerek.
Çok uzun yıllardır yazdığını ama yazdıklarını ancak birkaç senedir yayınlatabildiğini biliyorum. Şu ana kadar iki öykü kitabı yayınlandı. İlkinin adı Heyula; dokuz öyküden oluşuyor ve yazar kendi öykülerini açıklarken onlara cinnet öyküleri diyor. İşte ben bu cümle karşısında meraklandım ve ilk kitabını aldım. İlk öykü, İmza isimli inanılmaz bir serüvendi ve kendimi öylesine kaptırmışım ki, kitabı bitirdiğimde bunun farkına vardım. Geçtiğimiz aylarda ikinci kitabı Satranç Ve Şövalye’yi yayınladığında hemen edindim ve yine aynı heyecanla bir solukta okuyunca ümitlendim.
Demek ki, artık yabancı yazarlara gebe kalmak zorunda değiliz. Elbette onları da okuyacağız ama kendi yazarlarımızın, kendi kültürümüz ve karakterimizin izlerini taşıyan öykülerini okumak, bizi daha olgunlaştıracak.
Şu kadarını söyleyeyim, eğer bu yazarın yeterli reklam parası olsa, kendini yeterli duyurabilse eminim Türkiye’nin en çok okunan yazarlarından biri olur. Ama maalesef bu ülkedeki kurlar sofrası buna o kadar çabuk müsaade etmez. Ancak benim gibi birkaç hayranı sayesinde tanınacak ve gereken değeri görecektir.
Aşağıda, kitaplarındaki öykülerden özetler vereceğim ki, haklı olduğumu daha iyi anlayasınız.


Öyküler:

İmza;
Mert Külüç, karmaşık denilecek bir ruh haline sahip, öfkeli bir kişiliktir. Bu öfke nöbetlerini aşmak için sayfalar dolusu, bir birinden değişik imzalar atar, attığı her imzaya bir şahesermiş gibi bakar ve rahatlar. Bir gece, imza atmadan önce İstanbul’un karanlık kucağına atar kendini ve korkunç bir kavganın ortasında açar gözlerini. Bu öylesine vahim sonuçlar doğuracak bir kavgadır ki, hayatının akışını değiştirir. Gözlerini açtığında bir hastane odasındadır ve artık imza atamayacak haldedir. Öykü buradan sonra insanı, intiharı haklı kılacak ölçüde bir kaosa sürükler.

Heyula;
Hasan Çavuş’un hayatı ikiye bölünmüştür adeta. İlk 21 yıllık bölümü inanılmaz mutlu geçmiştir ama diğer 26 yıllık bölümü korkunç bir kabus gibi çökmüştür üstüne. Arka kapakta da yazıldığı gibi, cinnet onu şu sözlere itmiştir. “Yaşlı kadınlardan nefret ederim.” Hayatını kabusa çeviren karısından kurtulmak için verdiği psikolojik savaşın anlatıldığı öyküyü okurken, yağmurun kokusunu alacaksınız ve beklenmedik sonuyla şaşırıp kalacaksınız.

Vasiyet:
En iyi arkadaşlığı sorgulamak mı en kolayıdır, en iyi arkadaş için cesaretli olmak mı? Cesaret, öyle bir zaman gelir ki, anlamsızlaşır. Ortada bir vasiyet vardır ve bu öylesine ağır bir yük olmuştur ki en yakın arkadaşın sırtında, ömrünün sonuna kadar taşıyacağı bir sorumluluktur artık. Öyle bir vasiyettir ki, yapılması hem mümkün olmayan, hem bir töreymişçesine mecbur olunan. Tam bu noktada aklı karışan bir gencin, en yakın arkadaşının bizzat kendisinden istediği son isteğin, destansı karmaşasının öyküsü anlatılır. Vasiyet yerine gelmeli, dostunun son arzusu için, onun sevdiği kadınına son bir ziyarette bulunulmalıdır. Üç kişi arasında geçen çift kişilikli bir öykünün, karelere sığan kesiti. Buyurun

Kızıl Çilli Çiyan;
Yazarın en uzun öykülerinden biri ve bence film olmalı. Küçük bir kızın cinnetini anlatan öykünün iç burkan kısmı, bu cinneti yaşatanın bizzat ablası olması. Rüya, küçük bir çocuğun gerçeklik olgusunu kaybedebilir ve çok tehlikeli olabilir. Bu yüzden roman tadındaki bu öykünün içinde kaybolurken, canınızın biraz yandığını hissedeceksiniz.

Dilenci;
Kitaptaki diğer uzun öykü ve bence bu öyküde film yapılmalı. Genç bir kızın ölüm korkusuyla başlayan hikayesi, kızın en kısa zamanda öleceğini zannetmesiyle devam eder. Bu öylesine bir saplantı olur ki, kız artık dış dünyaya kendini kapatır ve yakında öleceğini bildiği için ölümü bekler. Ama öyle bir an gelir ki, bir anda kalbini saran ölüm duygusundan, elinde kestiği yaradan damlayan kan sayesinde kurtulur. İçine giren ölümü, vücudundan çıkan kan sayesinde atacaktır.
Ama her şey bu kadar çabuk düzelmez, artık bu genç kıza ölümü hatırlatan bir dilenci vardır. Dilencinin amacı, dilenerek kızdan para kopartmaktır ve bunun için kızın ölüm korkusundan yararlanır. Kız ise bu ölüm duygusundan kurtulmanın yolunu bulmuştur. Bundan tamamen kurtulmak için dilenciye ihtiyacı olacaktır. (şiddetle tavsiyemdir.)

“Hoşt!!!”;
Çok iyi kurgulanmış bir define öyküsüdür. Anadolu insanının rüyalarını süsleyen bir gömünün peşinden giden iki ihtiyarın, gerçeklerle yüzleşmesini öyküler yazar. Gömüyü topal bir cin koruyordur ve o gömüye ulaşmak için bazı şartları yerine getirmeleri gerekir. Sadece bir solukta okuyacağınızı biliyorum. Kız kardeşim bu öyküyü okuduğu gece, sabaha kadar uyuyamamıştı.

Temmuz Yağmuru;
Üniversite yıllarında Düzce’de bulunan Volkan, yıllar sonra arkadaşlarını ziyaret etmek için Şehre geri döner. Bu şehirde arkadaşları olduğu kadar kötü anıları da olmuştur. Bu anılar vücuda gelince, kahramanımızın tatili zehir olur. Ama Düzce’den döndüğünde o kötü anılarını geride bırakacaktır. Yazar öyküye başlarken parantez içinde şöyle der. (Bu hikaye gerçekle alakalıdır, elbette bütünüyle alakalı değildir. Zaten öyle olsaydı başım derde girerdi.) bu kadarı bile bu öyküyü yutmak için yeterlidir. Yazarla tanıştığım ilk gün bu öykünün gerçekleri hakkında birkaç soru soracağım.

Huzur Bahçesi;
Yoldan aldığı kadına şehvet duyan bir adamın vahim sonunu anlatan bu çok kısa öyküde ana tema, adamın teslim oluşundaki isyandır bence.
Kadının teni kendini çağırıyordu. Gel diyordu, içime gir, burada sana çok şey var. Burası senin huzur bahçen.

Hayatımın Kadını;
Kitabın son öyküsü ve isminden de anlaşılacağı gibi bir aşk öyküsü ama!!! Bu öylesine bir aşk öyküsü ki, zaman duruyor ve sadece düşünceler hareketli kalıyor, birde Gürsoy Köklü’nün hayatının kadını. Onu her gördüğünde aklı haricindeki her şey hareketsiz kalıyor, ona ulaşmak, davetkâr gülüşüne cevap vermek, imkansızlaşıyor. Ne zaman, hayatının kadını ulaşamayacağı yere gittiğinde, zaman tekrar akmaya başlıyor.
Öykünün sonundaki şu sözler oldukça ilginç.
Eğer bu dünyada aşka sahip olamayacaksanız ve nefret olmak istemiyorsanız, yaşamanız için hiçbir sebep kalmamıştır.

Aşk ve nefret birbirlerine ait şeylerdir.

Sezgin Kaymaz - Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir



Sezgin Kaymaz - Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir


Uzunharmanlar mahallesinde bir bekâr evi kiralayan Musa daha ilk geceden dehşete düşer. Gaipten sesler gelmekte, odalar kendiliğinden aydınlanıp kararmaktadır. Burası bir perili evdir galiba! Ancak... Eğer hakikaten perili evse, mutlaka iyilik perilerinin merkezidir. Çünkü gaipten yalnızca ses değil; çörek, börek, turşu, çay, temiz çamaşır, hatta tamirci bile gelmektedir. Ne yapacağını bilemeyen Musa, bir yandan olan biteni anlamaya çalışırken öbür yandan mahalle halkıyla tanışır. Üç kuşaktan doğma büyüme Ankaralı "Erzurumlu Teyze" ve kahverengi horozu Rıza, ürkütücü ev sahibi Beyabi, komşunun koca bekleyen kızı Aylin, "baba adam" Kaportacı Kirkor, 7x24 burun karıştırma kapasitesine sahip küçük Kemal, adı var kendi yok gizemli kadın Aspendos... Derken ortaya bir gizemli kadın daha çıkar ve Musa'nın kafası büsbütün karışır... Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafirhentbol dünyasının ünlü isimlerinden Sezgin Kaymaz'ın ilk kitabı. Yer yer komik, baştan sona eğlendirici bir roman.


_________________________________________________________________

Kahramanımız Musa, ailesinden, yaşamından kaçmak, biraz kafasını dinlemek için Uzunharmanlar mahallesinde, viran bir ahşap ev kiralar. Yanında getirdiği kayda değer tek eşyası kitaplarıdır. Bir akşam vakti kitapları ve üç parça eşyasını eve taşırken, evin kiralamaya geldiğinde gördüğü evden çok daha temiz ve bakımlı olduğunu fark eder. Önce, ev sahibi Beyabi’nin temizlik yaptırmak için ona verdiği parayla çok iyi iş çıkardığını düşünür. Sonra evdeki bakımın iyi niyetli bir temizlik ve bakım harekatının çok ötesinde olduğunu fark eder. Metruk bahçe temizlenmiş, düzenlenmiş, banyo ve mutfak onarılmış, yer yer yenilenmiş, dolaplar boyanmış, raflara muşambalar serilmiş, mutfağın kap kaçak ve erzak eksiği tamamlanmış, tiryakisi olduğu çeşit çeşit Seylan çayları tel dolaba yerleştirilmiş, buzdolabı envai çeşit zeytinyağlılarla donatılmış, tertemiz mis kokulu çarşaflarla yataklar yapılmış, hatta gardıroba tam bedenine uygun gömlek, pantolon, kazaklar yerleştirilmiş, çekmecelere ise arasına kokulu sabunlar sıkıştırılmış çamaşırlar istif edilmiştir.

Musa taşınma sırasında çok meraklı bir mahalleye geldiğini fark etmiştir. Taşınma bitene kadar, civardaki tüm evlerin perdeleri aralanmış ve meraklı insan gözleri, Musa son kutuyu da eve taşıyana ve hatta perdesini kapamayı akıl edinceye kadar onu izlemiştir.

Musa’nın evdeki ilk gecesine insanın ensesindeki tüyleri diken diken eden olaylar eşlik edecektir. Evin içinde ayak sesleri duyulmakta, sesin geldiği odaların ışıkları kendiliğinden yanıp sönmektedir. Sabah kalktığında Musa’nın burnuna yeni demlenmiş mis gibi çayın kokusu çarpmıştır ama bu çayı kimin demleyip gittiği konusu bütünüyle bir muammadır.

Evde Musa’nın göremediği, ama Musa’yı çok iyi görebilen bir şey, biri ya da birileri yaşamaktadır ya da acaba yaşamakta mıdır? Bu durumun tek açıklaması vardır. Ev ya perilidir ya da iyi saatte olsunlara karışmıştır.

Ertesi sabah Musa, komşular ve mahalle esnafıyla tanışmıştır. Evinde evcil horozu Rıza’yla beraber yaşayan Erzurumlu Teyze, ev sahibi Beyabi, Astsubay’ın karısı, evde koca bekleyen kızı, işaret parmağı burnunda sürekli araştırma yapan küçük oğlu Kemal, bakkal Mustafa, kaportacı Kirkor.

Musa mahalleliyle kaynaştıkça, komşularının hepsinin hayatın dengesini, yani denklemin iki tarafında yer alanları yani reaksiyona girenlerle reaksiyondan çıkanlar arasındaki dengeyi yalayıp yutmuş bilge kişiler olduğunu fark edecektir. Bu mahallede denge çok önemlidir.

Bir sohbet sırasında, ev sahibi Bayabi, Musa’nın ailesinden kaçtığını söylemesi üzerine; “…Bak Musa Efendi… kaçan adam, polisin elinden kurtulmuş gibi rahat bir nefes alır… son anda freni patlamış bir kamyondan canını kurtarmış gibi Allah’a şükreder… sözlüden yırtmış talebe gibi hoplayıp zıplar. Senin yaptığın gibi kaçışının sebebini arayıp durmaz… Ona buna kendini haklı göstermeye çalışmaz…” “…Yani diyorum, kaçmışsa kaçmıştır… o kadar… bunu danışmaz… Kaçmakla iyi mi ettim acaba diye kendine bile sormaz…” şeklinde yaptığı yorum Musa’yı kendi kendisiyle yüzleşmeye zorlamıştır.

Musa kendi hayatının dengesini kurmaya çalışırken yolunun neden Uzunharmanlar’a düştüğü gerçeğini de keşfedecektir. Tabi okuyucuyu da beraberinde sürükleyerek. Uzunharmanlar neresidir, orada kimler yaşar ve kimlerin yolu oraya düşer, giden geri dönmek ister mi, Uzunharmanlar’da kime misafir denir? Tüm bu soruların cevapları “Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir”’de.
____________________________________________________________


YORUMLAR

3 | yesimduman

May 14th, 2011 saat 10:55 am



adam zaten bütün kitaplarını gizemli yazmış.hepsi kitabın son 3-5. sayfasında netleşen hikeyeler.karıştırmış kurcalatmış ama en sonunda harika bi şekilde açmış olayı.
yazdığı günlük dil sayesinde de çok doğal ama aşırı sadeye kaçmayan çok okunalası olan dil. seviyorum ben ya



uzunharmanlar'da bir davetsiz misafir

sezgin kaymaz'ın iletişim yayınevinden çıkmış diğerleriyle aynı ana temalı ve diğerleri kadar sürekleyici ve etkileyici kitabı. kitabın konusunun aynısı daha sonra çekilen, çok meşhur olmuş bir amerikan filminin senaryosuyla benzerdir*

(selene, 25.04.2002 05:42)

kitaptaki muhabbetlerin çoğu, sezgin kaymaz'ın diğer kitaplarında olduğu gibi 'denge' üzerine bolca eğilmektedir. mesela sigaranın sağlığa zararı olduğu gibi, tütünün tarlada yetişmesinde, tütünün toplanmasında, kurutulmasında, paketlenmesinde, taşınmasında, fabrikalarda hazırlanmasında vb. çalışan insanların ekmek kapısı olması nedeniyle başka bünyelere de faydalı olduğuna değinilmiştir.

(baziyalanlar, 13.11.2002 15:43)

kitabin bas karekteri musa adinda bir adamciktir, musa yeni bir muhite tasinir ve olaylar gelisir. sezgin kaymaz'in okudugum kitaplari arasinda en basarilisi diyebilirim.
diger kitaplari lucky, geber anne, kaptanin teknesi...

(plum, 13.11.2002 15:51)

sezgin hoca'nın eltopundan vakit artırıp harikalar dizdiği serinin başı.. uçeseri geber anne'nin laboratuarı.. balansdan ziyade zihin katmanlarını titretir, hallaç eder.. ama tekneyi gezdirdikten sonra birazlimana çekse iyi olurdu hocamız.. aynı suda dön dolaş pek olmuyor..

(aritmi, 13.11.2002 16:33)

çok zekice bir finale bağlanarak "saçmalama" dedirtmekten kurtulan kitap.sezgin kaymaz'a başlama kılavuzu

(svr, 10.12.2002 01:48)

eğer hayattan bunalmış,kendinizi hiçbir yere ait hissetmezken,ekşimiş ve eskimiş hissederken bu kitap elinize geçtiyse değmeyin keyfinize.sürükleyici,alternatif,bol kahkalı,felsefik en çok da sevimli bir kitap.bir öneri:bu kitaptan sonra yazarın diğer kitaplarını okumadan edemiyorsunuz.

(niyobe, 31.05.2005 20:30)

hayatınızda duymadığınız argo deyimler ve sözcükler içeren çok eğlenceli şaşırtan bir solukta okunabilen muhteşem bir sezgin kaymaz kitabı

(sincap, 07.12.2006 23:24)

tüm günü ve gerekirse geceyi tamamen işgal eden kitap. tuvalete giderken bile bırakılamayan,götürülüp orada da devam edilen kitap.

kitabın sonuna doğru musa, mahalledeki bir teyzeye falanca gün neler yaptığını anlatmaktadır. şöyle yaptım, böyle ettim bir de deniz kenarında biraz oturdum diyince, teyze "ankara'da mı?" der ve o an okuyucunun vücudundaki tüm tüyler ters döner. kitabı tek satır bile atlamadan, bir dakika bile ara vermeksizin o ana kadar heyecanla okuyan gariban bir anda hass.ktirrrr der ve kalır. nasıl olmuştur da teyzenin bu soruyu sormasına kadar bu ayrıntıyı farketmemiştir... olay ankara'da geçiyor, musa sık sık deniz kenarında yürüyor... o anda zaten epeydir hayranlık duyulan yazar * bi 15 cm daha uzuyor.

bu arada uzunharmanlar aslında konya'da bir semttir. kitaplarının hepsinde bir süre yaşadığı konya'dan bir parça kullanması bu şehri sevdiğine yorulabilir.

(kurdu seven kuzu, 01.07.2008 00:38 ~ 00:40)

şehirler arası bir otobüs seyahatinde okumaya başlayıp, etraftaki yolcuların -ki ağır oturaklı bir firmanın ağır oturaklı yolcuları idi- kınayıcı bakışlarına rağmen gülerek ama daha çok kahkaha atmak isteyerek okumayı sürdürdüğüm oyuncaklı, güneşli roman... sezgin kaymaz ile tanışıklığım ateş canına yapışsın ile başlamıştı, sonra müptelası olmuş idim... eksik olmasın acısız, dramsız edebiyatın keyfini böylesine tattırdığı ve ifadesini bu kadar sevdirdiği için...

(cirquedusoleil, 20.03.2009 15:04)

fikir ve betimlemeleri iyi, diyalogları acemice kitap


____________________________________

Erkut Deral - Gece Gelini

Erkut Deral -GECE GELİNİ

OKUYANUS YAYIN
Yayın Yılı: 2006
Baskı Tarih: Mart 2006
184 sayfa
__________________________________________________________________


Yapma! Sonra seni öldürmek zorunda kalacağım...

Kendi kanımızla uyumlu olmayan korku öğeleri kanımız dondurmuyor, oysa bu ülkenin kendi kültüründe öyle çok öyle farklı korku öğesi var ki...

Erkut Deral, Beyoğlu'nda geçen ilk romanı Kötü Ölü'den sonra Anadolu ve Rumeli folklorunda yaygın bie batıl inanç imgesi olan "Al Karısı" üzerine yazdığı Gece Gelini ile yine kanımız donduracak. Erkut Deral okuyucuyu kendi kültürünün korku öğeleriyle karşılaştırarak çağda Türk korku edebiyatının en önemli ismi olmaya devam ediyor.

Hüseyin Rahmi Gürpınar'dan beri ilk kez Hollywood'dan ve Batı'dan aşırılmamış bir korku edebiyatı ile karşı karşıyayız...

"Bunlar ne yapıyorlardı böyle?"

Kamçı acımasızca inip kalkıyordu. Hayvan direğe bağlı başını kıpırdatmaya çalıştı ve bir kez daha böğürdü. Akkadın'ın elindeki kamçı, hayvanın sırtında bir kez daha şakladı. Hem de bu sefer daha kuvvetlice... Sonra Akkadın kamçısını bıraktı, gidip genç gelinin elinde bakır sahanın kapağını açtı. İçindeki boza kıvamındaki şeyi eline buladı sonra dönüğ hayvana yaklaştır ve ineğin memelerini bununla sıvamaya başladı..."

__________________________________________________________

YORUMLAR
FRMTR
Son zamanlarda türkçe yazarları okumaya başladım ve korku türünde henüz bir türk azarımızın kitabını okumamıştım. Bu birilk oldu benim için. Kitap aslında aman aman bir korku kitabı değil. Kitaptan fazla korku beklemeyin. Kitabı size tavsie etmemin sebebi aslında yazarın dili. Oldukçahoş bir anlatımı var yazarın. Olayları aktarma ve anlatmadaki becerisi bazen zorlansa da genel anlamda iyi. Finali fazla beğenmemekle beraber kitap idare edecek kadar iyi. En azından bir türk korkusu okumak isterseniz bu kitap size tavsiyemdir. Değişik bir kitap için Gece gelini.

___________________________________________________________

Ekşi sözlük

kitabın iddiası buraya ait bir korku hikayesi sunmak, bunu yapamıyor da değil.. bir anadolu batıl inancı olan al karısı üzerine fikir olarak başarılı bir roman keza.. korku öğelerini çarpıcı bir şekilde sunma konusunda biraz eksik kalsa da kavramlar doğru kullanılmış..

pek güzel bir sinema eseri uyarlanabilir bu romandan..

__________________________________________________________

Ekşi sözlük

gotik korku ogelerinden yararlanarak yazmis oldugu ilk kitabi kotu oluile farkli bir tat birakmis olan erkut deral'in ikinci romani. hos bir anlatim dili olan, surukleyici ve bir cirpida okunabilecek bir gotik korku? romani cikmis ortaya. turkiye'de hali hazirda bu tarz romanlarin pek -hatta hic- olmadigini varsayicak olursak kesinlikle okunmasi gereken bir roman -kitap-. lakin buyuk beklentilere girmemekte fayda var, hele ki kotu olu'yu okuduysaniz size bu kitap biraz daha yalin gelebilir.

gotik korku falan dedim amma velakin kitabin bas taraflarindaki anlatim biciminde bol bol espiri mevcut ve insanin yuzunde guller actiriyor. ilginc olsa da boyle bir anlatim korku ornekleri veren/vermeye calisan bir yazar icin pek iyiye isaret degil. mizahi yon bu romanda tadinda kalmamis malesef.
kitabin en eksik noktalarindan birisi de finali olarak sayilabilir, en azindan kafamda canlandirdigim son bu degildi.

______________________________________________________

FRPWORLD

Kitap gerçekten bazı yerleri itibari ile tedirgin edici, bazen insan kendini flash tv'de gerçek kesit ile sırlar odasını izlemiş gibi oluyor ama bazen de çok içine alıyor kitap insanı... Korku romanlarını ve türk efsanelerini seviyorsanız tavsiye ederim... Ama bayanlar okurken bence daha da tedirgin oılacak, onları daha çok ilgilendircek bir söylenti üzerine yazılmış kitap... 
________

Kendi kanımızla uyumlu olmayan korku öğeleri kanımızı dondurmuyor, oysa bu ülkenin kendi kültüründe öyle çok öyle farklı korku öğesi var ki.

Erkut Deral, Beyoğlu’nda geçen ilk romanı Kötü Ölü’den sonra Anadolu ve Rumeli folklorunda yaygın bir batıl inanç imgesi olan “Al Karısı” üzerine yazdığı Gece Gelini ile yine kanınızı donduracak. Erkut Deral okuyucuyu kendi kültürünün korku öğeleriyle karşılaştırarak çağdaş Türk korku edebiyatının en önemli ismi olmaya devam ediyor.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan beri ilk kez Hollywood’dan ve Batı’dan aşırılmamış bir korku edebiyatı ile karşı karşıyayız…

“ Bunlar ne yapıyorlardı böyle?
Kamçı acımasızca inip kalkıyordu. Hayvan direğe bağlı başını kıpırdatmaya çalıştı ve bir kez daha böğürdü. Akkadın’ın elindeki kamçı, hayvanın sırtında bir kez daha şakladı. Hem de bu sefer daha kuvvetlice... Sonra Akkadın kamçısını bıraktı, gidip genç gelinin elindeki bakır sahanın kapağını açtı. İçindeki boza kıvamındaki şeyi eline buladı, sonra dönüp hayvana yaklaştı ve ineğin memelerini bununla sıvamaya başladı...”

Erkut Deral'ın korku edebiyatına kattığı kaliteli romanlardan biri arkadaşlar. Okuyan Us Yayınevinden satışa sunulmaya başlayan kitap özellikle korku edebiyatına ilgi duyanlar için tavsiye edilir nitelikte. Ve bir Türk yazarın elinde çıkmış olması da kitaba bizi çeken diğer bir unsur olarak nitelendirilebilir.

yorum ve saygılarımla...

__________________________________________________________________________